Yatağa uzandım ve yine hayatın tüm
önemli işleri, ağır düşünceleri zihnime tebelleş olmaya
başladı. Bütün problemler, ertelenen meseleler, yüklenilmesi
beklenen sorumluluklar; gündüzün aydınlığından saklanmış ve
gece gökyüzü kararınca ortaya çıkmışlardı.
Bu uyku avcıları vücut bulmak
için gecenin en kör vaktini ve en karanlık zamanını
bekliyorlardı. Hiç şaşmazdı bu...
Zifiri karanlıktan faydalanıp
sinsice ilerleyen gece avcıları gibi, sessizce ve temkinli
yaklaştılar avlarına. Kesin bir hamleyle yakaladılar boğazından
ve boğdular bütün uykuyu. Geriye, yatakta sağdan sola, soldan
sağa dönüp debelenmek ya da kalkıp uyku geri gelene kadar başka
bir işle meşgul olmak kalıyordu. Tabi, avcıların yeniden
saldırmayacakları asla garanti edilemez...
Geceler, adeta sessiz mezarlara
benzer. Bizler, mezarları ölü toprak yığınları olarak görürüz
ama o toprak tabakasının hemen altında yılanlardan, çiyanlardan,
böceklerden, solucanlardan oluşmuş canlı bir dünya vardır. Biz,
o yaşayan ve devinen dünyayı göremeyiz.
İşte, gece de böyle göze
görünmez bir dünya yaratır kendine. Herkesin göremediği,
sezemediği, bilemediği ama kendi içinden, derinden; fokur fokur
kaynayan ve çalkalanan bir dünya...
Bu dünyadaki hayaletler, girintili
ve çetrefilli beyinleri, karmakarışık olmuş ruhları çok
severler. Çünkü o ruhlarla diledikleri gibi oynayabilirler. Ne
zaman ki dimağına düşünceler hücum etmiş, uykusuz bir av
görürlerse, derhal onun üstüne atılırlar.
Yalnız avın işini hemen
bitirmezler. Önce onunla bir güzel oynarlar; onu canından
bezdirirler... Ve en sonunda da yerler...
İşte uykusuzluk hali, geceden
kalmış bu çarpışmanın ve bu kanlı avın ürünü bir cesettir.
Yenmiş, çiğnenmiş, tükürülmüş; kokuşmuş bir ceset...
Bu yüzden uykusuzlara ilişmeyin...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder