Gecenin en sessiz saati; yalnızlığın
en derin olduğu vakittir... İşte o vakitte gelir insanın aklına,
sakladığı geçmiş yaprakları...
Gecenin ulvi sesini dinliyorum
şimdi; saatlerin tiktaklarını, duvarların dedikodusunu,
yıldızların şakımasını... Odamda, dört duvar arasında
oturmuş düşünüyorum: Neden ellerim bu kadar ıssız? Nereden
geliyor susmayan bu Kazak türküsü? Nereye gidiyor açılmış
bunca yol?
Hiç tanımadığım diyarların
türküleriyle büyüttüm kulaklarımı. Hiç görmediğim
nehirlerin sularında yıkadım ellerimi. Gözlerime hiç görmediğim
dağların renginden çaldım; ama tutmadı... Atların yelelerinden
kendime peruk yapayım dedim, olmadı... Kel kaldım yine bu
yalnızlık ayazında; başıma bir kalpak örtmediler... Üşüdüm,
üşüdüm...
Ben yine yalnızım bu şehir dolu
gecede. Bozkır türküleri bile avutmuyor beni... Eşi bulunmaz bir
boşluk açıldı gözlerimin önünde; ya atlarım ya dönerim
geri... Belki yine dua ederim eskiden olduğu gibi; belki babam beni
yine bayram namazlarına götürür. Gökkubbeyi saran eller nasır
tutmayacak; buna eminim...
Binlerce yıldır çağlayan ak
dereden su içtim. Şimdi ağzımda mayalanmış bir geçmişin tadı;
kulaklarımda yılkı atlarının nal sesleri...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder