VBB

30 Eylül 2013 Pazartesi

"And"ımız...






ANDIMIZ


Türk'üm, doğruyum, çalışkanım...
İlkem;
Küçüklerimi korumak,
Büyüklerimi saymak,
Yurdumu, milletimi,
Özümden çok sevmektir.
Ülküm;
Yükselmek, ileri gitmektir.
Ey büyük Atatürk!
Açtığın yolda,
Gösterdiğin hedefe
Durmadan yürüyeceğime and içerim!
Varlığım TÜRK varlığına armağan olsun!..

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!..


*   “Andımız”ın yazarı, Dr. Reşit Galip ve yüce Ata'mıza hürmetle...


29 Eylül 2013 Pazar

Bütün noktaların sırrı...



Her yaratıcı şüphenin içinde bir inanma hazırlığı, her yaratıcı imanın içinde bir şüphe ihtiyatı bulunmalıdır. Yüzü imana değil inkara dönmüş bir şüphe, ancak zındık ve bozguncu yetiştirdiği gibi; arkasını şüpheye çevirmiş bir iman da kaba sofu yetiştirir...”
(Peyami Safa - “Şüphe ve İman” makale, TAN, 1935)

* * *


   Bocalıyorum bu deryanın içinde. Bu derya ki karmakarışık; bu derya ki bulanık, kirli, yosunlu... Balıkların bile yolunu şaşırdığı bu batakta ben nasıl yolumu bulayım... Kayboldum...

   Sorular, bazen denizcileri kurtaracak olan deniz fenerleri gibidir. Uzaklardan, okyanusta kaybolmuş gemilere kurtuluş ışığı yollarlar. Sorular, bazen de girdaplar gibidir. Üstüne gitmekte ısrar edildikçe seni içine çekerler. Baş döndürücü, mide bulandırıcı bir gaflet çukuruna yollarlar...

   Kaybolmuş her denizci, kurtuluş için bir kara parçası, bir ada arar. Bu adalar çoğunlukla yamyamların yaşadığı, barbarlığın kol gezdiği vahşi adalardır. İşte o zaman denizciler kurtuldum zannederken, daha büyük bir felaketin içine düştüklerini anlarlar. Ne yazık ki artık çok geçtir; geriye dönüş yoktur...

   Herkes karanlıktan şüphe duyar. Kapkara o örtünün ardında ne olduğunu kimse bilemez... Herkes bu kesif karanlıktan korkar. Bu yüzden geceleri aydınlatan her ışığa koşar insanlar. Lakin o ışığı tutan el, bazen “Hansel ve Gretel” masalındaki gibi insan eti yiyen bir cadı da olabilir. Karanlığı sorguladığımız gibi, ışığı da sorgulamamız gereklidir.

   İnsan hayatı incecik damarlara bağlıdır. İncecik şah damarımızı kestiğimizde, birkaç saniyede ölüm muhakkaktır. “Pamuk ipliği” metaforu buna bağlıdır... İşte bu ince damar, ince “sırat”ımız olmalıdır: Hem narin ve güçsüz, hem keskin ve tehlikeli... İçinden geçen kan ise, bizim tek besinimizdir: Hem maddi hem manevi...

   “Var olmak” için düşünmek gerekliyse, düşünmenin sonu da elbet “inanmak” olacaktır. Öyleyse: İnanıyorum o halde varım...


27 Eylül 2013 Cuma

Dört Nala Koşan Zaman...



   Zamanı durdurabilir misin ey derviş? Dört nala koşan yılları yakalayabilir misin kementinle?

   Sahraların sırrına ermiş bir bedevi gibi sessizce oturuyor toprak; oysa üzerinden kaç çağ, kaç nesil geçiyor, haberi yok... Medeniyetler yıkılıyor, yerlerine medeniyetler kuruluyor... Çağlar kapanıyor, çağlar açılıyor... Saatin her vuruşuyla birlikte yeni isimler hükmediyor zamana. Geçmiş zamanın gözleri kapanıyor; yeni bir zamanın gözleri açılıyor...

   Ey derviş, sanma ki tarih tekerrür ediyor... Kendini tekrarlayan sadece hatalardır. Yanlış insanlar doğarken, yine doğru insanlar ölüyor... Bir saray yıkılırken, yerine köksüz bir gecekondu dikiliyor... Eski bayraklar yırtılırken, yerinde yenileri dalgalanıyor...

   Biz yalnızca izliyoruz zamanın yarış atlarını. Ağzımızda budalaca bir şaşkınlık, dilimizde tükenen sözler... Belki birkaç büyük şair çıkıyor, halimizi bize anlatıyor usanmadan. Alkışlar kopuyor gökyüzünde. Sonra sözcükler tılsımını yitiriyor... Ve biz uyumaya devam ediyoruz...

   Geçmişi geri getirebilir misin ey derviş? Tarihi aynen tekerrür ettirebilir misin? Yapamıyorsan bile, birkaç mısra şiir oku bari... Belki Fuzuli'den, Yesevi'den, Akif'ten...

   Tanrı'nın gerçekleri biz insanlara ninni gibi gelsin... Ve biz uyumaya devam edelim...


26 Eylül 2013 Perşembe

Geçmişin Büyüsü



...
Yüce Tanrım niçin beni içli yarattın?
Yahut neden kaygısızlar içine attın?
Derdim yokken niçin bana derman arattın?
Ben derdimi gösterdiğin dermanda buldum...

                          (Ziya Gökalp – Hayat Yolu)

* * *


   Mazi, sihirli bir kelimedir. Üstünden zaman geçtikçe günahları, kusurları unutulur ve geriye yalnızca tatlı bir hatırlama kalır...

   Gençler gelecekle; ihtiyarlar geçmişle yaşar. Bu yüzden ihtiyarların hayallerinden çok, anıları vardır. Anılarını ceviz bir sandığın en mahrem köşesinde saklarlar. Orada yaşadıkları kadar yaşayamadıkları da vardır...

   İnsanoğlu, bu andan memnun olmayınca hemen geçmişe sarılır. Milyonlarca insanın hayalinde bir Spartaküs vardır. Kimisi ruhunda bir Kleopatra yaşatır, kimisi Sezar... Kimse gözünün önüne gri dumanlı, dev beton yığınlarıyla kaplı şehri getirmek istemez. Her sanatçı ruhta biraz Babil, biraz Atlantis vardır.

   Bizden önce bu toprağa kimler kimler ayak izini bıraktı... Rüzgar, tüm ayak izlerini sildi lakin anıları götüremedi. Anılar kimi zaman destanlaştı, kimi zaman masal kahramanlarının ağzında yeniden dünyaya geldi. Böylece insanlar, binlerce yıl boyunca bu hatıra parçacıklarından nasiplendiler...

   Bizler, dedelerimizin hayal bile edemeyeceği bir dünyada yaşıyoruz. Buna rağmen ruhumuz, bedenimize muhalefet ederek hep geçmişe sığınıyor.

   Belki de insanoğlundaki nostalji ihtiyacı hiç bitmeyecek. Ne kadar göğe çıkıp semaları dolansak da, yerin altına kadar girip dağları oysak da geçmişin büyüsü peşimizi hiç bırakmayacak...


25 Eylül 2013 Çarşamba

Zamanda virgül



   Birkaç harf düştü toprağa bulutların dilinden: İnsanlar buna “yağmur” dediler...

   Gökyüzü konuşmak istedi yerdeki Adem'le: Belki yalnızlığını bir nebze azaltabilirim, dedi. Adem, Havva'sız günlerinde Güneş'le konuştu. Üşümedi hiç, çünkü güneş ona yoldaşlık yaptı. Sonra Ay'la konuştu. Karanlıktan hiç korkmadı, çünkü Ay da ona yarenlik etti.

   Ayakları çok yol tepti Adem'in... Uzun yürüyüşlerde kuşlar gördü renk renk, ses ses... Dağlar gördü günün her saati ayrı güzel. Sular gördü mavi, yeşil; sular gördü uçsuz bucaksız... Toprağı kokladı, bitkilerin yeşilini sevdi...

   Ayakları çok yorulunca bir ağaç dibine oturdu Adem. Varlığı ve yokluğu düşündü. Tanrı'yı, cenneti, en sonunda Havva'yı düşündü... Başka kimseyi bilmiyordu ki Adem... Havva'nın da bu uçsuz bucaksız sahralarda kendisini aradığını bilmiyordu.

   Uzun yıllar geçti, sonunda Adem'le Havva buluştu. Birlikte olunca her şeyin anlamına vardılar. Tepelerinde mavilikler, ayaklarında ucu bucağı görünmeyen toprak... Ağaçlara ağaç demeyi, dağlara dağ demeyi öğrendiler. Toprağın bir anne şefkatiyle yaratıldığını öğrendiler. Sonra göklerin hırçın tabiatini gördüler; bir gülümsüyor, bir asabileşiyordu... Dalgaları dinlediler, rüzgarın ve yağmur damlalarının şarkısına el çırptılar...


   Bize gelene kadar milyonlarca Adem ile Havva var oldu. Hepsi de bu dünyaya ayak izlerini bıraktı. Ayak izleri ki zamanın çentikleridir; saniye saniye, dakika dakika, saat saat, gün gün... Yıllar boyunca, asırlar boyunca...


23 Eylül 2013 Pazartesi

Dilsiz yalanlar

ressam: Cemal Karslıoğlu


Gece bir kapıdır;
girmesini bilene açar yeni bir oda.
İstersen kocaman bir köşk olur,
istersen bir gecekondu...
Büyür küçülür,
senin yüreğin ne kadarsa...


* * * * * *


   Yalanların kafiyesinde boğuyoruz çoğu zaman gerçekleri. Sahte hayallerimizi hakikatmiş gibi süsleyip inanıyoruz. O halde kimse başkasını suçlamasın; mutsuzluğumuza biziz tek sebep. Biziz, çünkü yalanla başlıyoruz mutluluğa, sonunda her şey yine yalan oluyor...

   Dilimize hakim olabilsek, belki biraz kafamızı dinleyeceğiz. Ne çare ki dil hep söylemek için yaratılmış. Dinlemesini hiç bilmeyen, saygısız, nadan... Zavallı kulaklar, iki kişi oldukları halde, dile söz geçiremiyor. Dil, yine bildiğini okuyor. Bazen, beyin ile aralarındaki düşünce bağlantısı kopuveriyor. İşte o zaman vay halimize...

   Dilimizin kölesi olmuşuz. O, her zaman parlak, renkli, cafcaflı şeylerden bahsetmek ister. Renksiz, soluk gerçekten söz açmaz. Sanki, hiç yaşanmamış şeyleri seslendirmek için var edilmiştir. Beynin kurduğu en gizli hayalleri bile hakikatmiş gibi konu komşuya yayar. Dedikoducu, yalancı ve arabozandır...

   Ne mesuttur dilsizler... Zaten binlerce ses içinde, bir de kendi dırdırlarını dinlemekten kurtulmuşlardır. Dertlerini dilleriyle değil, hareketlerle anlatırlar. Bu yüzden onlarda yalan ve gereksiz söz yoktur. Söyleyecekleri fazla şey olmaz; ihtiyaçları kadar iletişim kurarlar. “Fazla para haramsız, fazla söz yalansız olmaz” sözü ne kadar doğrudur...

   Bırakın şimdi konuşmayı... Ne diyecekseniz, kağıtlara deyin. Derdinizi, dert sandığınız şeyleri, hemen hepsini kağıda dökün. Bakın, birçoğunu ister istemez sileceksiniz hemen. Çünkü kalem ve kağıt, lüzumsuz tek bir kelimeye dahi tahammül edemez. Bu yüzden dilin palavralarını, gereksiz söz kalabalıklarını edebiyatta göremezsiniz...

   Hepimiz, bir kere olsun konuşmayı bırakıp yazalım. Göreceğiz ki ne kadar çok sözcük varmış kullanmadan geçtiğimiz. Ne kadar çok sözcük varmış aslında bizi anlatan, bizi tanımlayan, bizi tamamlayan...


22 Eylül 2013 Pazar

Ötüken neresi?



   Kaçak nefes alıyoruz, korkarak...
   Babalarımızdan bize miras kaldı yaşamak; kaçak göçek...

   Ey Bilge-Kam, hani derler ya “çok mutluyum”... Söyle bana, mutluluk nerede?
   Ey asırlardır kayaların oyuklarında yaşayan bilge!.. Söyle bana, kalp yaşarken de durur mu? İnsan ölmüş de farkına varmamışsa bu onun suçu mu? Anlat bana, ruhun doğumunu ve ölümünü anlat. Anlat; ruh nerede, kalp nerede?

   Badana kokan duvarlarda yazın rengi... Boyalar sanki duyguların dili... Siyah nerede? Beyaz nerede?

   Ey Bilge-Kam, cehennem dedikleri neresi? Anlat bana, orada ateş hiç sönmezmiş. Cennet dedikleri neresi? Orada yaşam hiç bitmezmiş.

   Bu boşlukta, bu ıssızlıkta yürekten bir ses çıkmıyor. Ruhumuzun ritmi durdu mu ne... Belki de kaybettik kendimizi, ruhumuzu... Nereden geldiğimizi bile unuttuk.
   
   Şimdi, sen söyle ey Bilge-Kam!.. Yürek neresi? Ötüken neresi?


21 Eylül 2013 Cumartesi

Beni rüyalarıma gömün...



   Çocukluğumda gördüğüm rüyalar ne kadar gerçekçiydi... İnanmamdan dolayıydı belki de gece düşlerine. Ne korktum, ne de altımı ıslattım çocukken... Ama büyüdükçe gözlerim ıslandı geceleri; korkudan değil, yalnızlıktandı...

   Düzlükte koşan bir at gördüm rüyamda dün gece. Yelelerini zafer sarhoşluğuyla savuruyordu, rüzgara nazire yaparcasına. Sonra, yanan bir ateş gördüm rengarenk. Çıkan dumanlar kuşa dönüşüyordu. Gökyüzünü binbir renkli kuşlar donatmıştı. Ve ben tüm bu olanların ortasında duruyordum...

   Bırakın da beni uyuyayım... Hiç uyanmasam keşke bu tatlı rüyadan. Sonsuza dek çocuk kalsam ve görsem tatlı rüyalar...

   Bırakın da uyuyayım... Ama bırakmazsınız ki... Allah'ın cezası her gün daha da büyütür bizi ve salar gerçeklerin koynuna. Yetişkin insanlar olarak hakkımız yoktur rüya dilenmeye. Sekiz saatlik uykumuz artık yalnızca bir zorunluluktur. Çalışmamız gerekir, yaşamamız gerekir... Çalıştırırlar ama rüya görmeyi de yasaklarlar... Hayal kurmak zaten imkansızlaşmıştır...

   Gerçekten ne zaman dinleneceğiz biz... Zavallı biz... Kendi medeniyetimizi kendi başımıza dert diye yaratan biz: İnsanoğlu... Ne zaman gerçekten dinleneceğiz biz? Ne zaman rüya görmeye vakit bulacağız? Ve ne zaman hayallerimiz suç olmayacak başkalarına?

   Beni öldüğümde geçmiş zamanın toprağına gömün. Tüm o unutulan tarihle birlikte yok olayım. Belki o zaman hatırlanmam ve rahatsız edilmem...

   Beni unutulmuş çağların bağrına gömün...


20 Eylül 2013 Cuma

Dilimdeki söz...




   Yazmayı yeni öğrenmiş bir çocuk gibi yazıyorum her yere... Ne yazdığımın bir önemi yok aslında; sadece öylesine karalıyorum... En başta da adımı yazıyorum ilk öğrendiğim şekliyle.

   Alfabelerin bir önemi var mı? Fark var mı aralarında? Bir çocuk hevesiyle karalarken boş kağıtları, yalnızca ben varım kendi evrenimde. Diller, harfler, alfabeler yok... Kurallar, sözlükler, öğretmenler yok... Yalnızca bir kurşun kalem var dilimin ucunda, durmadan yazan...

   Bulutlara kuşlar çiziyorum. Sonra da altlarına “kuş” yazıyorum; ne olduklarına iyice emin olayım diye... Evlerin boş duvarlarına pencere çiziyorum. Altlarına da “pencere” yazıyorum; çocuklar perdeleri aralayıp da sokağı izlesin diye... Boş arsalara yemyeşil ağaçlar çiziyorum. Belki bir baba gelir de dallardan birine salıncak kurar ipten. Bir çocuk sallanırken yaşar gerçekten çocukluğunu...

   Bomboş gözlerle baktığımız bu dünyaya, bir anlam katabilmek için yazıyorum. Her önemli cümlenin altını kırmızı kalemle çiziyorum kalınca: En ahmağımız bile fark etsin diye!.. Belki de sadece geçmişten gelen bir dürtüyle yazıyorum boş bulduğum her yere. Unutmamak için, unutulmamak için...

   Her yazıcı, tarihin o anını dondurur sayfaların üstünde. Bu yüzden Tonyukuk, kurtların çağını kazıdı kayalara unutulmasın diye... Unutmayalım diye...  



19 Eylül 2013 Perşembe

Zaman çölü




"Tevekkül Allah'a! Köpeğin efendisi varsa, kurdun da Tanrı'sı vardır!.."
(Cengiz Aytmatov – Gün Olur Asra Bedel)


   Geçmiş geçmişte kalıyor dostum... Geçmiş, bir saniye içinde gözden kaybolup yitiyor... Geriye hiçbir anı parçacığı bırakmadan, öylece akıyor zaman...

   Ellerimiz saatleri yakalamaya yetmiyor. Avuçlarımız, yine boş kalıyor umutsuzluklarımızla... Yağmur bekleyen çöller gibi gökyüzünü tarıyor aç gözlerimiz. Kalbimizin ziyaretçisi yok; ne gelen var ne giden...

   Güneş yine her gün doğuyor. Günler yine tekdüze görevlerine devam ediyor. Hiç umurlarında mı kim doğmuş, kim ölmüş... En son görevi hep toprak yapıyor; alıyor ölüleri koynuna. Belki de bu yüzdendir insanoğlunun ona deyişi “toprak-ana”... Ne demiş “sarı çiçek”: Annem babam topraktır...

   Gururla bakıyor dağlar hepimize tepeden. Yüzlerce yıldır buradalar; bilinmez kıyamete kadar da burada kalacaklar... Yok onlardan azametlisi... Tepelerinde beyaz kar birikintileriyle, dervişlik taslıyorlar toprağa, denize, ormanlara... Belki de bu yüzdendir insanoğlunun yüceltmesi dağları. Tanrı'yı bile oraya yakıştırmışlar; Olimpos'a Zeus'u, Tanrı-Dağı'na Ülgen'i...

   Peki biz neredeyiz dostum? Dağların zirvesinde mi? Toprağın yedi kat dibinde mi?

   Haydi Yedigey, sür deveni zamanın şavkına... Güneş nereden doğuyorsa, Tanrı'yı bulacakmışcasına sür oraya... Bari hayallerine sınır olmasın. Hayal et ki cennettesin... Hayal et ki cennette doğduğun topraklar...

* * * * * * * * * * *



(*) Yedigey: Gün Olur Asra Bedel romanının baş kahramanı.


17 Eylül 2013 Salı

Yalnız ada...




   Yalnızız biz... Tüm dünya sırtını dönmüş, bırakmış bizi düşüncelerimizle başbaşa...

   Evet, hepimiz teker teker yalnızız... Her birimiz, yalnızlığından bir ada yaratmış kendine. O adada kendi Robinson Crusoe'luğumuzu yaşıyoruz. Hikayeden tek farkı; burada palmiyeler yok. Burada deniz de yok... Burada yalnızca kılcal damarlar var: Beynimizin, düşünmekten yorulmuş en eski parçaları...

   Kitap rafları dolu olsa ne fayda... Hepsi de sayfalar dolusu ahkam!.. Sohbet yok, gülücük yok, söz yok, şekil yok, kadın yok... Burnumda eski, küflü kitapların kokusu. Hepsi yaşlanmış artık; bana ne verebilirler ki... Belki birkaç satır masal, birkaç satır şiir, birkaç satır avuntu... İşte o kadar...

   Sığıntı mıyız bu hayatta? Yanlışlıkla dünyaya gelmiş olamayız; çünkü Tanrı'nın tesadüfü yoktur... Belki de planlanmış bir suikastiz biz; tanıdığımız tüm insanlara atılmış bir bomba... Belki yirmi yıl önce patladı, belki patlamayı bekliyor.

   Tek bildiğimiz şey: Hepimiz yalnızız. Hepimiz, kendi ruhumuzda, teker teker yalnızız... Bu çaresizliğimizle alay konusu oluyoruz Şeytan'a. Onun iblisleri ve köpekleri bile gülüyor bize. Parmakla gösteriyorlar bizi. Yüzümüze karşı savuruyorlar ateş kokan nefeslerini...


   Derviş hırkalarımızla yalnızca kendimizi kandıramıyoruz. Ruhumuz içten yalanlarımızı yutmuyor... Ya sokaklar? Sokaklar bize bir şans daha verecek mi bu gece vakti? Belki de şairin dediği gibi: “İtler bile gülecek kimsesizliğimize...”



16 Eylül 2013 Pazartesi

Sırdaşım balballar




   Günler burada bir asır gibi geçer; asırlar göz açıp kapayıncaya kadar...

   Kervanların uğramadığı bir toprağım ben. Tanrı bile halimi hatırımı sormaz. Çiçekler küsmüş iklimime, yüzyıllardır açmaz... Yağmur uğramaz oldu yamacıma, rüzgarlar tanımazdan gelir... Güneş bile bir başka aydınlatıyor yüzümü...

   Benim suçum muydu ey Gök-Tengri? Ben mi yok ettim dev ordularını? Ben mi döktüm Umay Ana'nın gözyaşlarını? Atlar bir seher vakti göçtü sırtlarında erleriyle... Sonra çadırlar toplandı, ateşler söndürüldü. Göğümde dualar duyulmaz, nal sesleri işitilmez oldu.

   Göç etti bütün evlatlarım bir bahar vakti; geride anılarını ve benliklerini bırakarak... Göç etti en sevimli çocuklarım güneşin battığı topraklara; arkalarında atalarının mezarlarını ve yaşanmış zaferleri bırakarak... Gitti en gür yeleli yılkılarım binicileriyle. En yağız oğullarım, en güzel kızlarım gittiler; geriye unutulmuş sözcükler bırakarak...

   Tek sırdaşım ala dağlar kaldı. Unutmayayım, bir de sırdaşım balballar... Onlar ki en ketum sırlarımı saklar içlerinde. Onlar ki yüzyıllarla beraber bozkırın rengine bürünmüşler... Irmakların suyunu, gökyüzünün yağmurunu içmişler.

   Sevgili sırdaşlarım; balballar... Dokunmayın sakın onlara. Onlar ki bütün çağlara bozkırın gözüyle bakarlar...



14 Eylül 2013 Cumartesi

Kemal...




Görüp ahkam-ı asrı münharif sıdk u selametten
Çekildik izzet ü ikbal ile bab-ı hükümetten   (*)
(Namık Kemal - Hürriyet Kasidesi)


   Bir zamanlar denizlerin mavisi insanları heyecanlandırırdı. Bir zamanlar toprak yalnız onurlu insanlar için meyve verirdi. Bir zamanlar ülkeler ele geçirilmemiş, yürekler köleleştirilmemişti henüz...

   Çok çok eski zamanlardı... Namuslu adamlar bastığı yeri titretirdi; ahlaksızlara korku salardı. Güneş onları selamlar, bulutlar onları gölgelerdi. Martılar onlara şans getirirdi çok uzak adalardan. Vapur düdükleriyle gelirdi seher vakitleri...

   Dedemin dedesinin zamanında, belki daha eski bir zamanda... Rüzgar bayrakları şevkle dalgalandırırdı. Güvercinler bilirdi hür bir göğü beklediklerini. Evler her akşam ezanıyla yeniden şenlenirdi. Sokaklar Arnavut kaldırımlıydı, çamurlu, dardı... Her daim at arabaları aşındırırdı eski şehrin yollarını...

   O eski zamanlarda bir "Kemal" vardı. Şarjör gibi konuşurdu; mermi gibiydi sözleri... Korku, çocukluğundan kalan peri masalıydı ona; yatağının altında gizlenen... Arşınladı Babıali Yokuşu'nu. Köle ruhlu paşaları bir telaştır sardı. Rütbeler söküldü bakışlarıyla, düğmeler, sırmalar çözüldü... Titrek ayaklarıyla "ayak oyunları" çevirmeye koştular; bacakları kısa kaldı. Kemal, uzandı onlardan önce ta ötelere...

   O eski zamanlarda adamlık koyu renkli bir festi; başlarda taşınırdı... Bir İstanbul beyefendisi gibi vakur; bir yeniçeri gibi cevval olabilmekti... "Boğaz"ın havasını korkmadan soluyabilmekti adamlık o eski zamanlarda... Gökyüzüne bakıp "Hürriyet" şarkıları söyleyebilmekti...

   Adamlık, Kemal gibi yaşayıp Kemal gibi ölebilmekti...

---------------------------------------------------------------

*   Zamanın hükümlerini doğruluktan ve esenlikten sapmış görüp
     Onur ve şerefimizle hükümet kapısından çekildik.



13 Eylül 2013 Cuma

Oğuz'un doğumu...



   Diyorum ki; gök yarılsın, içinden aksın yıldızlar... Yer açılsın ve saçılsın ateşten altınlar...

   Avucumda kan pıhtısı; Tanrı'dan emanet... Gözlerimde göğün mavisi; Ülgen misali... Kirpiklerimi gölgeleyen bulutlar, ilk yaşımı akıtan o el, annemin lohusa ağrısı...

   Dünya bana miras kaldı atalarımdan. Göğün yedi kat üstünden yağmurlarla indiler. Çadır kurdular dünyanın çatısına. Aktılar ırmaklar gibi kuzeye, güneye, doğuya, batıya... Bana geçmişten miras kaldı bu ad. Bana asırlardan miras kaldı bu fetih...


   Koynumuzda büyüttük şefkatle kinimizi. Anamız Altay'a sunduk kurban ve diledik cenneti...  



12 Eylül 2013 Perşembe

Gece sesleri




   Gecenin en sessiz saati; yalnızlığın en derin olduğu vakittir... İşte o vakitte gelir insanın aklına, sakladığı geçmiş yaprakları...

   Gecenin ulvi sesini dinliyorum şimdi; saatlerin tiktaklarını, duvarların dedikodusunu, yıldızların şakımasını... Odamda, dört duvar arasında oturmuş düşünüyorum: Neden ellerim bu kadar ıssız? Nereden geliyor susmayan bu Kazak türküsü? Nereye gidiyor açılmış bunca yol?

   Hiç tanımadığım diyarların türküleriyle büyüttüm kulaklarımı. Hiç görmediğim nehirlerin sularında yıkadım ellerimi. Gözlerime hiç görmediğim dağların renginden çaldım; ama tutmadı... Atların yelelerinden kendime peruk yapayım dedim, olmadı... Kel kaldım yine bu yalnızlık ayazında; başıma bir kalpak örtmediler... Üşüdüm, üşüdüm...

   Ben yine yalnızım bu şehir dolu gecede. Bozkır türküleri bile avutmuyor beni... Eşi bulunmaz bir boşluk açıldı gözlerimin önünde; ya atlarım ya dönerim geri... Belki yine dua ederim eskiden olduğu gibi; belki babam beni yine bayram namazlarına götürür. Gökkubbeyi saran eller nasır tutmayacak; buna eminim...

   Binlerce yıldır çağlayan ak dereden su içtim. Şimdi ağzımda mayalanmış bir geçmişin tadı; kulaklarımda yılkı atlarının nal sesleri...


11 Eylül 2013 Çarşamba

Sözün namusu




   Günlük tutarken bile yalan söylüyorsun ey şair... Gerçek “ben”i itiraf etmeye, belki de kimseciklerin göremeyeceği şu kağıda yazmaya bile cesaretin yok. Sen yazarken bile korkaksın!..

   Kalem, gerçeği aydınlatan ışık olmalıdır. Sen ise onunla gerçeği maskeleyip süslüyorsun. Oysa ki gerçek daha yalın, daha katı ve daha basittir. Sen, en basit gerçeği bile dile getiremedin; bari izin ver de kalemin adını kurtarsın... Yok, o kadarına bile cesaretin yok... Senin yenmiş tırnaklarınla, titrek ve çarpık parmaklarınla o ellerin, gerçeğin katibi kalemi tutmaya layık değil!..

   Sen, hep duvarlara toslamaya mahkumsun ey şairimsi!.. Sen, kendi yarattığın labirentte kaybolmaya mahkumsun ey kalemsiz katip!.. Gerçek “ben” ne zaman karşına çıksa, aynalardan bile kaçıyorsun. Kilitli kapılar ardında güvende olacağını sanma; çünkü korkunun delemeyeceği duvar yoktur...

   Şiirlerin bile sahte senin ey şaircik!.. Yazdığın her şey hoşa gitsin istiyorsun. Oysa ki hakikat, hiçbir zaman hoşa gitmez. Gerçekler hiçbir zaman yüzleri güldürmez. Gerçekleri söyleyenler asla sevilmez. Bu yüzden sen, yalanlarınla, maskelerinle, duvarlarınla, sandıklarınla; bir şair değil ancak bir şairimsisin!..


   Ruhun kararmış, aklın düşünemez olmuş... Kaleme söz geçiremiyorsun; korkak ve titrek ellerin dürüstlükten çok uzak. Ey neci olduğu belli olmayan, sen düşünürken bile korkaksın!..



10 Eylül 2013 Salı

Kambur şairin itirafları...




   Her birimiz, boş birer sayfayız bu hayatta. Her gelen bir şeyler yazmaya kalkıyor renk renk kalemleriyle...
 
   Ailelerimiz bizi olmadığımız kadar büyütüyorlar düşlerinde; biz onların olamadıklarıyız... Sonra tatminsiz toplum mühendisleri alıyor ele; evirip çevirip bir şekle getirmeye çalışıyorlar. Kimimiz istenilen şekli alıyor, kimimiz almıyor... Şekli tutturulamayanlar çürüğe çıkıyor; doğru toplum dışına...
 
   Annemizin gözünde daima en güzeliz; işte buna güvenebilirsiniz... Bir annenin gözünde “Notre Dame'ın Kamburu” ile “Esmeralda” arasında bir fark yoktur; ikisi de evlattır.
 
   Dışarıda ise “kambur”lar hiç sevilmez. Toplumun sırtında ağırlık olan herkes defedilmelidir. Bu yüzden şairler doğmuştur toplumlarda. İnsanların “norm”larına uyamayan, başka tiplerdir onlar... Ne sevilirler ne sevmelerine izin vardır. Çünkü onlar, yalnızca uzaktan bakmak zorundadırlar. Yakına gelince düzeni bozacaklardır: Yukarıda, ipleri tutan ellerin düzenini...
 
   Yıllarca emek verilir bize; öğretmen, doktor, asker olmamız için okullarda okuturlar. Öğretmen olup yukarıdakilerin istediği renkte kağıtlar boyarız. Doktor olup yırtılan kağıtları onarırız. Asker olup kağıtları ve kalemleri koruruz.
 
   Şairler ise yalnızca yazar; hayallerini... Başkalarına hayal kurmak yasaktır, çünkü akıllı inan hayal kurmaz. Hayal kurmak delilerin işidir; aynı kendi kendine konuşmak gibi...
 
   Zaten şairlik de delilik değil midir? Şairler de kendi kendilerine konuşur. Kimsenin umursamayacağı, kimsenin okumayacağı şeyler yazarlar... Bu da kendi kendine konuşmak değil midir?
 
   Her satır, kayıp bir zamana yollanan mesajdır. Ne zaman, kim tarafından okunacağı bilinemez. Elbet bir gün birileri onu bulacaktır. O zamana kadar şair de deli olarak görülmeye mahkumdur; ta ki kelimeler, birisinin beyninde ışıkları yakana kadar...



9 Eylül 2013 Pazartesi

Kalem...

ressam: Grigoriy Gurkin

   Yazamıyordum... Sen, yazamamak nedir bilir misin?

   Koklayamadığım bozkırın serinliği yerine geçiyordu hayaller. Çoğu zaman da koklayamadığım her şeyin yerine... Sen burnu tıkalı kaç saniye durabilirsin suyun üstünde?

* * * * *

   Göremediğim her yerin adını kağıtlara yazıp uçak yaptım. Belki kağıt uçaklar ulaşır diye o uzak diyarlara... Beni burada sevemeyen herkesin tam tersine, belki bir yerlerde düşer birilerinin kucağına: Merhaba...

   Tanrı, annemden ve benden bir “can” istedi ve aldı. Şimdi yarım kalple yaşıyoruz ağır aksak... Dillendiremediğim tüm yoksunlukları yazdım kağıtlara. Zarfa koyup yolladım Tanrı'ya; adresini bilmediğim göksel diyarlara. Eğer birilerinin eline ulaşmışsa acele cevap; Cebrail, Mikail ya da Azrail... Hiç fark etmez...

   Çadır kuramadım topraklarına ey dedelerimin doğduğu yer!.. Basamadım üstünüze dünyanın sahibi misali... Yine de kanımda oranın nehirleri akar; kan değil... Gözlerim rengini o topraklardan almış; iristen değil...

   Yazamamak nedir bilir misin ey atalarımın toprağı?
   Elbette bilirsin... Kayalara kazımıştın ruhunu, üflemiştin dağlara nefesini... Sonra da koyu çamurundan bizi yaratmıştın Gök'ün izniyle.

   Nereden bilirdin çocuklarının senden bu kadar uzak düşeceğini...  



8 Eylül 2013 Pazar

Yalan kelimeleri...



   Yalancı bir insan tehlikelidir. Kendi yalanlarına inanan bir insan daha tehlikelidir.

   Hepimizin “söz”lere, “kelime”lere ihtiyacı olur. Ardını arkasını, doğrusunu yanlışını sormayız. Hemen inanır; sarılırız sözcüklere... Yalnızca o an kurtarır, rahatlatır bizi kelimelerin afyonu. Her şey ayılana kadardır...

   Suç ne söyleyen dildedir, ne duyan kulakta... Biz, yalnızca ilacımızı seçeriz cümlelerin içinden; adı en güzel olan ilacı... Yuttuğumuz hapların haddi hesabı yoktur. İçtiğimiz şuruplar mideler dolusu... Biraz da olsa uyuyabilmek için en etkili kapsüldür “yalan” aslında...

   Yalanlar kanınıza karışana kadar bekleyin; işte ondan sonra geriye dönüş yoktur. Bağımlılık içinde itaat etmeye başlarız sözcüklere. Deve-cüce oynayan çocuklar kadar şen, boyun eğeriz komutlarına yalan dillerin. Oysa ki dillerin günahı yoktur, duyan kulakların da...

   Yalanlara inandığımız gün, yalanların yarattığı bir yalan oluruz...



5 Eylül 2013 Perşembe

Eski yazılı mezar taşları...



   Eski mezar taşları boynunu bükmüş; sanki geçmiş günleri özlüyorlar...

   Bir esinti hatırlatır bu tepelere kadim günlerini. Ne çok açardı çimenler... Ne çok şenlenirdi baharda otlar... O zamanlar, minarelere tepeden bakan bu kaknem “appartement”lar yoktu...
   Bir molla geçerdi her gün bu yokuştan. Topuklarıyla toprağı sarsardı adeta... Kaftanının etekleri yerleri şöyle bir selamlar geçerdi... Molla konuştu mu sakalı titrerdi; göğsüne kadar inen uzun, beyaz sakalı... Herkesi ağzına baktırırdı.

   Bu ağaçlar hepimizden eski buralarda. Tarihi git onlara sor... Dedemin dedesini bile tanırlar onlar; tabi o zamanlar hepsi birer fidandı...

   Eski mezarlıkta kimseler yok. İn cin bile bu kutsal mekana saygısından oyununu kesmiş; iki “fatiha” okumadan geçmiyorlar... Yalnızca birkaç serçe ve bir kaplumbağa; başka kimseler yok ziyarete gelen...

   Unutulduk sanmayın sakın. Kimse adınızı anmasa da bir zamanlar yaşadığınız aşikar. Üstünü otlar bürümüş mezarlarınız; sarmaşıklarla kaplı mezar taşlarınız var. Çevreniz yosunlarla kaplı. Öldüğünüze göre ve mezarınız mevcut olduğuna göre; demek bir zamanlar yaşamıştınız...Başka ispata ne gerek...

   Mezar taşındaki tarih hicri 1297... İsim; Hacı Hüseyin oğlu Seyfeddin Efendi...
   Ruhuna fatiha...



4 Eylül 2013 Çarşamba



   Kaç asırdır uyuyor kayalar?
   Ya bu dağların ruhu nereye gitti?

   Rüzgarın sesi, sonsuz yalnızlığın nefesini de duyururmuş meğer...
   Adını bilmediğim yabanlar arasındayım şimdi; arayanım soranım yok...
   Belki de güneşin son kez görüldüğü yerde aramam lazım huzuru;
   Belki de yürekleri kubbe gibi örten “ger”lerde aramam lazım uykuyu...

   Her nerde isen çık, ey Çingiz'in kayıp ruhu!..
   Bir bozkırlının kısık gözlerinden mi bakıyorsun şafağa?
   Yoksa, o çok özlediğin altın dağlara mı çekildin bir akşam vakti...
   Kayaları neden soluksuz bıraktın? Rüzgarı neden nefessiz...
   Atların gümüş yelelerini kim okşayacak senin gibi?
   Kim dindirecek Selenga'nın dinmeyen yaşlarını?
   Düşlere girer misin bir kış vakti?
   Tan yerinde dedelerimin ruhlarıyla nasıl da at koşturmuştun...
 
   Yalvartma bozkırı, ağlatma nehirleri; çık artık şu balbal yalnızlığından!..
   At sırtındaki Huluku'yu özledi kızıllığı gün doğumunun...
   Gün batımınıysa hiç sorma; çekilmiyor yıldızları saymadan...

   Şimdi; aldılar altımızdan yağız atımızı,
   Kaldık bir meydanda yetim çocuklar gibi...



3 Eylül 2013 Salı



   Bir köprüden geçiyoruz; ne başı ne sonu belli...

   Kocaman taşlar dikmişler iki yanımıza; sütun desem değil, mezartaşı desem değil... Geçit resmini andırıyor bu yürüyüş. Köprünün iki yanından görünen deniz kudurmuş; dalgalar yakalasa bizi yutacak!
   Bir rüyaydı belki huzur; şiirlere tema yaptığımız... Bir hayaldi belki o uzak ülkeler... Ama efsunlanmıştı bir kere bu başlar, dönemezdi bir daha geriye... İlerledik, daha da ilerledik karanlıkta; o isimsiz yerlere...

   Bir resim görüyorum yağlıboya; yemyeşil bozkırda hayalden atlılar... Binicisi kim? Sen miydin yoksa dağlara hücum eden son atlı? Sen miydin yoksa kızıl günbatımlarına ferman taşıyan son ulak? Bilemeyeceğim...

   Yalnız, şunu bileceğim: “İyi adamlar, iyi atlara bindiler ve gittiler...”

   ... Ve sen de gittin atlayıp rüzgarın doru atına bir Aralık vakti...



2 Eylül 2013 Pazartesi

Suskunluklar...



   Bir adam var... Günden güne eriyor... Bir deri bir kemik kalmış ruhu; dayanamaz daha fazla...

   Kasıklarına yediği tekmelerden sonra yığıldı kaldı olduğu yere, kımıldayamadı... İniltileri duyulmadı kimse tarafından; zaten duyulsa da bir fayda etmezdi artık...
   Çok geçti yeniden gençleşmesi için... O son darbeyi yemeyecekti ama... O son darbe, son can parçasını da kopardı etinden, kemiğinden!..

   İnsan yalnız doğarmış, yalnız ölürmüş... Bu adam yalnız yaşadı; yalnız ölümü bekliyor...
   Doğumunu kimseler bilmiyor; nerede, ne zaman, nasıl? Tek aşikar olan yalnızlığın son demi, gözlerimizin önünde...
   Akraba, eş, dost; nerede şimdi? Nerede eski arkadaşları? Hiç mi olmadı seni bir lahza dahi düşünen!.. Yazık!.. Sana değil; sana bu kaderi layık görenlere yazık!..

   Örselenmiş ruhu, törpülenmiş duyguları; sonunda bağlanmış dili... Çürük dişlerinin arasından acıyla karışık iki hece düşüyor önümüze: “Öyle...”
   Bu nasıl kabulleniş, bu nasıl tevekkül kadere!.. “Öyle” doğmuş, “öyle” yaşamış, “öyle” ölecek... Hepsi hepsi “işte öyle”... Gerisi yok...

   Çamurlu topuklarını sürüyerek ilerliyor kaldırımda; sabahın beşi... Hava ayaz... Son kez kıvrılacak bir köşe arıyor huzurla... Son kez merhamet dileniyor Tanrı'dan... Son kez bakıyor kirli gökyüzüne... Son kez titriyor dizleri soğukta...

   Huzur ölümde; ölüm kabullenişte...
   Kabullendi o artık sonunu:

   İşte öyle...



1 Eylül 2013 Pazar

Uykusuz...




   Yatağa uzandım ve yine hayatın tüm önemli işleri, ağır düşünceleri zihnime tebelleş olmaya başladı. Bütün problemler, ertelenen meseleler, yüklenilmesi beklenen sorumluluklar; gündüzün aydınlığından saklanmış ve gece gökyüzü kararınca ortaya çıkmışlardı.
   Bu uyku avcıları vücut bulmak için gecenin en kör vaktini ve en karanlık zamanını bekliyorlardı. Hiç şaşmazdı bu...
   Zifiri karanlıktan faydalanıp sinsice ilerleyen gece avcıları gibi, sessizce ve temkinli yaklaştılar avlarına. Kesin bir hamleyle yakaladılar boğazından ve boğdular bütün uykuyu. Geriye, yatakta sağdan sola, soldan sağa dönüp debelenmek ya da kalkıp uyku geri gelene kadar başka bir işle meşgul olmak kalıyordu. Tabi, avcıların yeniden saldırmayacakları asla garanti edilemez...

   Geceler, adeta sessiz mezarlara benzer. Bizler, mezarları ölü toprak yığınları olarak görürüz ama o toprak tabakasının hemen altında yılanlardan, çiyanlardan, böceklerden, solucanlardan oluşmuş canlı bir dünya vardır. Biz, o yaşayan ve devinen dünyayı göremeyiz.
   İşte, gece de böyle göze görünmez bir dünya yaratır kendine. Herkesin göremediği, sezemediği, bilemediği ama kendi içinden, derinden; fokur fokur kaynayan ve çalkalanan bir dünya...
   Bu dünyadaki hayaletler, girintili ve çetrefilli beyinleri, karmakarışık olmuş ruhları çok severler. Çünkü o ruhlarla diledikleri gibi oynayabilirler. Ne zaman ki dimağına düşünceler hücum etmiş, uykusuz bir av görürlerse, derhal onun üstüne atılırlar.
   Yalnız avın işini hemen bitirmezler. Önce onunla bir güzel oynarlar; onu canından bezdirirler... Ve en sonunda da yerler...

   İşte uykusuzluk hali, geceden kalmış bu çarpışmanın ve bu kanlı avın ürünü bir cesettir. Yenmiş, çiğnenmiş, tükürülmüş; kokuşmuş bir ceset...


   Bu yüzden uykusuzlara ilişmeyin...