VBB

27 Aralık 2013 Cuma

Umay-Ana




   Kadim bozkırda göz alabildiğine bir boşluk vardır. Ufukta tek bir ağaca, tek bir su birikintisine rastlanmaz. Günlerce yürürsünüz, at koşturursunuz ve en sonunda ufak bir dereyle karşılaşırsınız. Şansınız varsa mevsimlerden bahardır. Çünkü üç mevsim ya kuruyarak ya donarak akmayı bırakan derecik, ancak bu mevsimde çağıldayabilmektedir.
   Bu sevimli derenin hemen solunda ufak bir tepe vardır. Bu tepeye hakim tek bir çınar ağacı, bozkırdaki göçmen kuşlara menzil vazifesi görmektedir. Issız bozkırın bu ücra köşesinde, kervanların bile unuttuğu bu yerde çınarın ne işi vardır? Onu buraya kim, ne zaman dikmiştir? Aslını astarını kimse bilmez. Yalnız hikayeleri anlatılır bu ağacın ve dereciğin. Derler ki:

   Zamanın birinde, yolunu kaybeden bir kervan bu ıssız köşeye düşmüştür. Kervanda, yeni doğum yapmış bir kadın da vardır. Kadıncağızın sütü gelmemekte, çocuğunu emzirememektedir. Ellerini açar, çaresizce Tanrı'ya yalvarır:
   _ Ey ulu Tanrı'm! Sütüm gelmiyor... Bana yardım et... Yavrumu doyurayım, onu yaşatayım...
   Gök-Tanrı, bu ıssız köşede mahsur kalan lohusa kadıncağızın yakarışını duyar. Umay-Ana'yı hemen onun yardımına gönderir. Umay-Ana yeryüzüne çok güzel bir kadın suretinde iner. Upuzun gümüş rengi saçlarıyla, masmavi gözleriyle, incecik kaşları ve uzun boyuyla güzeller güzeli Umay-Ana, kervanın bulunduğu çorak yere varır. Kimse kendisini görmesin diye gece geç vakit kervana yaklaşır. Herkes uyuduktan sonra lohusa kadının çadırına girer. Kadıncağız onu görünce bir an irkilir, telaşa kapılır:
   _ Sen de kimsin?
   Umay-Ana ince ve güzel sesiyle konuşur:
   _ Korkma Gülkonçuy, sana yardım etmeye geldim.
   _ Adımı nasıl bildin? Sen kimsin?
   _ Ben Umay-Ana'yım. Ulu Gök-Tanrı senin yakarışlarını duydu ve beni yardıma gönderdi. Korkmayasın, ben yavrunu doyuracağım.
   Bunları söyleyen Umay-Ana, şefkatle kadının üstüne eğilir ve kucağındaki bebeği kollarına alır. Uzun, beyaz gömleğinin düğmelerini açar. Büyük memelerinden yeni doğmuş yavruyu emzirmeye başlar. Uzunca bir süre bebeği emzirir ve karnını doyurur. Daha sonra çocuğu annesine geri verir. Lakin Umay-Ana'nın memelerinden süt damlamaya devam eder. Bu süt, su gibi saydamdır ve hayli yoğundur. Damlalar sıklaşır, çoğalır; yerde birikmeye ve çadırı doldurmaya başlar. Korkan lohusa kadın teşekkür etmeyi dahi unutarak, bebeğini kucaklar ve kendini dışarı atar. Umay-Ana ise aceleyle önünü ilikler, ayağa kalkar. Tam çadırdan çıkacağı vakit dışarıdan sesler duyar. Kervanın diğer sakinleri uyanmış, kadını ve bebeğini dışarıda görünce yanlarına gelmişlerdir. Umay-Ana, onlara görünmemek için çadırdan dışarı çıkamaz. Ne yapacağını düşünürken hala memelerinden süt akmaya devam etmektedir. İşte o anda, büründüğü insan kisvesinden çıkar ve kanatlanarak göğe yükselir, kaybolur.

   Çadırı kaplayan süt artık dışarı taşmaktadır. Kervandakiler, yükselmekte olan suyu görünce telaşa kapılırlar ve hemen oradaki tepeciğe çıkarlar. Oradan, meraklı bakışlarla olan biteni izlerler. Umay-Ana'nın memelerinden çıkan ve giderek çoğalan süt ise küçük bir dere halini alır. Bu mucizeyi gören kervan sakinleri, şaşkınlıktan lohusa kadını bile unuturlar. Ona soru sormak akıllarına dahi gelmez. Sadece bu mucizevi olayı seyretmekle yetinirler.
   Gün ağarana dek yerlerinden kımıldayamazlar. Sabaha karşı tepeden inmeye cesaret ederler. Şimdi bütün çadırları sular altında kalmış, atları korkup dört yana kaçmıştır. İçlerinden biri cesaret edip bu derenin suyundan içer. Tadı çok güzeldir. İşte bu berrak, temiz dere yıllar yılı "Göksu" adıyla anılmıştır.
   Dereciğin öyküsünü bu şekilde anlatır civardaki yörük ihtiyarları. Peki, oradaki tepenin üstündeki yalnız çınarın sırrı nedir? Bunu kimse doğru düzgün bilmez. Sadece, oranın en ihtiyarlarından olan bilge Aykız Nene, ağacın Umay-Ana'nın saç telinden bittiğini söyler. O böyle inanır. Der ki:

   Umay-Ana gökten indiği gece, ilk bu tepeciğe ayak basmıştır. İndiğinde, gümüş saçlarından tek bir tel toprağa düşmüştür. İşte o tek tel toprağa tutunarak kök salmıştır. Kısa süre sonra da büyüyüp kocaman bir çınar halini almıştır.

   Aykız Nene böyle anlatır torunlarına ve oradan tesadüfen gelip geçen gezginlere, yolculara... Belki gerçek, belki hayal... Ama o civardaki kadınlar, bugün bile Umay-Ana'nın gebe kadınları koruduğuna ve bebeklere sağlık verdiğine inanırlar. Bugün dahi Umay-Ana'dan yardım dilerler ve onun adına adak keserler.



16 Aralık 2013 Pazartesi

karanlıktan sonra...




   _ Midem bulanıyor, dedi Tey. Yanında, kadim dostu Aza vardı. Zorla konuşuyordu: Midem çok bulanıyor... Başım da dönmeye başladı...
   _ Hadi, yapabilirsin! Yapamayacağını nerden biliyorsun?
   _ Yapamam... Daha fazla dayanamam... Biliyorum işte...
   _ Müneccim misin sen? Nasıl bilebilirsin? Diye alaya almak istedi Aza.
   _ Sen Tanrı'nın var olduğunu nasıl biliyorsan öyle!.. Tey, arkadaşının dindarlığını daima alaya alırdı. Aza, tüm bu alayları hoşgörüyle karşılar ve geçiştirirdi aslında. Ama arkadaşı son günlerde çok kırıcı olmaya başlamıştı.
   _ Lütfen, artık kırıcı olmaya başladın... Hem sakin olsana sen...
   _ Kırıcı mı? Şu halimize bak!.. Asıl kırıcı olan senin Tanrı'n!..
   Aza, lafın gerisini dinlemeden kalktı. Arkadaşından birkaç adım öteye çekildi. Durumlarından o da memnun değildi, lakin katlanmaya çalışıyordu.

   Günlerdir yarı aç yarı tok, bir oraya bir buraya savruluyorlardı. Hangi kapıya gitseler kovulmuşlardı. Şimdi ise bu boş araziye sığınmışlardı. Birkaç evsizle birlikte bu izbede yaşamaya çalışıyorlardı. Aza dayanamadı, arkadaşının yanına çömeldi:
   _ Haydi, kalk. Yiyecek bir şeyler bulmalıyız...

   İki arkadaş konuşurken, izbenin evsizlerinden olan Kepek çıkageldi. Bir baş hareketiyle ikisini de selamladı. Elindeki torbayı göstererek sırıttı:
   _ Bakın, caddede ihtiyarın biri beleş kitap dağıtıyordu. Sevap mı ne işliyormuş teres!.. Ne yapalım yani bunları, yiyelim mi? Bunak köpek!.. İnsan bir parça ekmek dağıtır di mi?
   Küfürler savurarak elindeki torbayı boşalttı. Torbadan birkaç kitap, bir yığın gazete kağıdı ve birkaç patates yere düştü. Kepek, yine sırıtarak karşısındakilere seslendi:
   _ E, ne bekliyorsunuz lan? Alın şu kağıtları da ateş yakın. Bu patatesleri manavdan aşırdım. Ateşte közleyip yiyelim. Ha, bu kıyağımı da unutmayın lan!.. Açlıktan gözünüzün feri sönmüş be...
   Bunları söyledikten sonra beklemeyerek işe kendi koyuldu. Önce gazeteleri tutuşturdu; sonra ateşe kitap sayfalarından atmaya başladı. Sayfaları büyük bir keyifle, teker teker yırtıp ateşe bırakıyordu. Adeta açlığını unutmuş, keyiflenmişti. Ateş harlansın diye, elindeki karton parçasıyla arada bir yelliyordu.

   Aza da Tey de ateşe dalmışlar, öylece düşünüyorlardı. Kepek etraflarında dönerek müstehcen fıkralar anlatıyor, kendi kendine gülüyordu. İki arkadaş da onu duymuyordu. İkisi de kendi alemlerine dalmışlardı. Derken Aza bir şeyi fark etti. Kepek'in yırtıp attığı sayfalar tanıdık gelmişti. Kafasını kaldırarak dehşet içinde:
   _ Kepek, ateşe attığın kitaplar neydi?
   _ Ben ne bileyim lan! Benim okumam yazmam yok ki... Kitap işte...
   _ İhtiyar adam kitapları dağıtırken bir şey söyledi mi?
   _ Yok... Sadece “Tanrı sizinledir, Tanrı uludur” gibi şeyler zırvalıyordu! Ben de aldım iki tane. Önce ikincisini vermedi... Arkadaşıma veririm birini dedim, inandı salak!..

   Aza gözleri dönmüş bir şekilde, Kepek'in elindeki kitabı çekti aldı. Yırtıla yırtıla yolunmuş tavuğa dönen kitaba baktı. Sadece arka kapağı ve birkaç sayfası kalmıştı. Elindekinin ne olduğunu anlayınca dehşete düştü. Bir ateşte yanan sayfalara, bir de Kepek'e baktı. Kepek hala çürük dişlerini sergilemekten gurur duyarmış gibi sırıtıyordu. Gırtlağına bir şey düğümlenir gibi olmuştu. Şimdi sesi zar zor çıkıyordu:
   _ Ne yaptın sen?
   _ E? Ne yapmışım?
   _ Bunun ne olduğunu biliyor musun?
   _ Kitap...
   _ Bu, Kutsal Kitap!.. Tanrı'nın kitabı!.. Hain!.. dinsiz!..
   Bunu duyan Kepek, biraz duraklar gibi oldu. Sonra suratına o sırıtkan ifadeyi takınarak, yılışık yılışık gülümsedi:
   _ E? Ne olmuş yani? Kırk yılın başı bir işe yaradı işte...

   Aza artık duymuyordu. Eli ayağı boşalmıştı. Arkadaşı Tey'e baktı. Tey ise bu olanlara hiçbir tepki vermemişti. Arkadaşının dindarlığını bildiği için, ona bakarak ne hissettğini çıkarmaya çalışıyordu. Sonra ayağa kalkıp kadim dostu Aza'nın elini tuttu:
   _ Aza, kendine gel. Bu sadece bir kitap. Hem bu salağın okuması yokmuş ki... Yani bilerek yapmadı işte. Yanlışlıkla oldu. Kazaydı...
   Kepek ise hiç istifini bozmadan itiraz etti:
   _ Yo!.. okumam yok ama anlarım yine de... Bunun ne olduğunu anlamıştım zaten. Hem ne olmuş? Ben Tanrı'ya inanmam ki... İnanmadığıma göre, onun kitabını yakmamda bir sakınca yok. Hem demek ki çok satmıyordu. Baksana sokakta millete bedava dağıtıyorlar!..

   İşte bu, bardağı taşıran son damlaydı. Aza'nın gözlerini kan bürümüştü. O an, kendini kafirlerin üstüne atılan din savaşçısı gibi hissetmişti. Bir hamlede Kepek'in boynuna sarıldı, sıktı, sıktı... Tey orada olmasa ve müdahale etmese, belki de öldürecekti. Neyse ki, yüzünün rengi atmaya başlayan Kepek'i Aza'nın dindar pençelerinden kurtarmıştı. Serbest kalan Kepek, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:
   _ Yetişin!.. Kimse yok mu!.. Yetişin!.. Boğuyorlar beni ulan, nerdesiniz?

   Kepek bağırınca, izbenin diğer sakinleri kovuklarından çıktılar. Hepsi de ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kepek, küfürler savurarak durumu anlatmaya çabalıyordu.
   O bağırdıkça, kalabalıkta bir hareketlenme başladı. Nereden baksan sekiz on kişiydiler. Hepsi de Aza ile Tey'in üstüne çullandı. Kimisi yumrukluyordu, kimisi tekme atıyordu. Kepek hızını alamayıp eline geçirdiği sopayla Aza'yı hırpalamaya başlamıştı. İki kadim dost, çok sağlam bir kötek yiyorlardı. İzbenin gediklilerinden, aralarında en yaşlıları sayılan Orak bağırdı:
   _ Yeter be, adamları geberteceksiniz! Sonra leşleri başımıza kalacak! Beni aynasızlarla muhatap etmeyin... Yeter dövdüğünüz, atın şunları uzak bir yere...

   İzbenin sakinleri, Orak'a itaat ederdi. Pestilleri çıkmış Aza ve Tey'i sürükleye sürükleye izbeden çıkardılar. Birkaç sokak ötedeki terk edilmiş arsaya bıraktılar.

   İki talihsiz dost, bir zaman sonra kendilerine geldi. Birbirlerine baktılar. Konuşamıyorlar, yerde öylece yatıyorlardı. Aza:
   _ Lanet domuzlar! Lanet dinsizler!
   _ Öf!.. Hala mı konuşuyorsun ulan!.. Senin ağzını yırtmadılar mı?
   _ Ah... Of off... Birkaç kemiğim kırıldı galiba...
   Aza, yattığı yerden zar zor doğrularak arkadaşına baktı:
   _ E? Şimdi ne yapacağız?
   _ Ne mi yapacağız? Ne bileyim be! O çok güvendiğin Tanrı'na söyle de bize yardım etsin, ha!..

   Aza, arkadaşının alayını duymazdan geldi. Hem belki de haklıydı. Belki de Tanrı uzun zamandır meşguldü. Belki de onları hiç umursamamıştı... Düşünmemeye çalıştı. Şimdi içinin derinliklerinde, daha önce hiç hissetmediği bir duygu vardı. Bu isyan mıydı? Hayır... Öyleyse neydi? Ahlayıp oflayarak olduğu yere yığıldı. Kımıldamamaya, hatta düşünmemeye çalıştı. Gözlerinden sıcak sıcak yaşların döküldüğünü hissetti. Yaşlar, kan ve tere bulanmış suratında kanallar açarak yanaklarına süzülüyordu. Çocukluğundan beri ilk defa ağlıyordu. Sessiz sessiz, derinden derinden ağlıyordu. Ağladı, ağladı... O kadar sessiz ve derinden ağlıyordu ki, yanı başında uzanan kadim dostu Tey dahi duymuyordu.

   Ağladı, ağladı... Aslında, ne yediği dayağa ne incinen gururuna ne de acıyan kemiklerine ağlıyordu. O sadece, inancından bir saniye bile şüphe etmiş olmasına ağlıyordu...


15 Aralık 2013 Pazar

melez



   
*   bu küçük öyküyü, büyük usta Ömer Seyfettin'e armağan ediyorum. Ruhu şad olsun...


* * *


   _ Safkan soylarda, bozulma büyük oranda dişilerde başlar. İşte bu yüzden dişiler koruma altına alınmalıdır. Bir dişi, asla başka bir soyla karışmamalıdır. Bu bütün bir türün mahvolmasına yol açar.

   Usta Mergen bunları anlatırken Çömez dikkatle dinliyordu. Çömez için ustasının her sözü altın değerindeydi. Onun her kelimesini yakalayabilmek için ağzına bakar; her hareketini görebilmek için gözünün içine bakardı.
Henüz bir yıldır Usta Mergen'in çömeziydi. Tam iki yıllık eğitim dolmadan, çömezlere gerçek isimleriyle hitap edilmezdi. Onlar yalnız “çömez”di... Ancak piştiklerinde gerçek adlarıyla çağrılmaya hak kazanabilirlerdi. Gözüne baktığı ustasına çekinerek sordu:

   _ Peki ustam... Ya dişi ile yabancı erkek birleşirse... O zaman, safkan türün tüm özellikleri yok mu olur?
   _ Her zaman tamamıyla yok olmaz. Lakin yok derecesine iner. Karışan tür öyle bir hale gelir ki, iki tarafın da kötü genlerini alır... İyi genlerini bırakır... Böylece, aslında iki soydan gelen genler de mahvolur. Ortaya işe yaramaz bir melez çıkar...
   _ Yani şu fare gibi...
   _ Aynen öyle Çömez'im... Bak bu fareye: Onu sıradan bir lağım faresi olan annesinden ve ormandan aldığım sincap babasından yaptık. Peki ne oldu? Ne annesi gibi bir kemirgen olabildi, ne babası gibi ağaçlara tırmanabilen bir sincap... Tamamıyla bizim bakımımıza muhtaç bir zavallı... Annesininkilere benzeyen uzun dişleri aslında keskin değil; verdiğimiz kuru ekmekleri bile parçalamakta zorlanıyor. Babasınınkilere benzeyen küçük pençeleriyle, bu koltuğun başına dahi tırmanamıyor... Bütünüyle asimile olmuş bir melez...

   Çömez, önlerinde duran küçük kafesteki tüylü yaratığı süzdü. Gerçekten de bakıma muhtaç bir haldeydi. Doğada kendi başına asla yaşayamazdı.
   O bunları düşünürken, içeriye Hademe Akköse girdi. Demek ki saat akşam üç olmuştu. Çünkü bu saat, sınıfların temizlenme saatiydi. Dakikası dakikasına hiç şaşmazdı. Bu Hademe Akköse'nin en bilinen özelliğiydi; görevini namus bilir ve hiç aksatmazdı.
   Onun içeri girdiğini gören Usta Mergen hademeye yaklaştı ve omzunu sıvazlayarak sordu:

   _ Hademe Akköse, nasılsın?
   _ Çok iyiyim ustam, sağolasın. Siz nasılsınız?
   _ Ulu Tanrı'ya şükür olsun, çok iyiyiz... Sonra, sesindeki samimiyet tonunu ayarlayarak, öylesine soruyormuş gibi sordu: Yahu, sen kaç senedir bu işi yapıyorsun?
   _ Bu görev bana babamdan kaldı. Tam kırk altı yaşındayım. On iki yaşında başladığıma göre... Ee... Galiba yirmi küsür sene olacak...
   _ Otuz dört sene olmuş, diye atıldı Çömez. Ustası ona gülümseyerek karşılık verdi. Sonra hademeye dönerek:
   _ Baban nereliydi senin? diye sordu.
   _ Benim babam Tuvgan-Hot tarafındandır. Anam ise Özübay'ın Kala köyündenmiş...

   Usta Mergen aslında bunları bilmekteydi. Burada tekrar sormasının sebebi; çömezine de duyurmak ve ona bir ders vermekti. Hafifçe çömezine dönerek gülümsedi ve bilge bir sesle söyledi:

   _ Görüyorsun ya Çömez'im... Bu namuslu, çalışkan, sevimli adam tam bir Batırlı. Batır insanının tüm özellikleri onda var. Bir de diğer hademelere ve uşaklara bak. Çoğu farklı ülkelerden gelmiş bir sürü insan... Hepsi eli kolu uzun tiplerdir. Acıyıp da bir şey ödünç vermeyesin, anında iç ederler!.. Her işe burunlarını sokarlar; üstelik bir şeyden de anlamadıkları halde... Yalancıdırlar da; bir şey derler, yarın unutuverirler. Pistirler de; kokularından yanlarına varılmaz... Sorsan nerelisin diye, kem küm ederler. Çoğunun anası babası bile şüphelidir. Buraya nasıl alınmışlar onu bilmem. Ama büyük ihtimalle Müdür Çiher'in aymazlığı...

   Laf buraya gelince sustu. Belli ki müdüre karşı epey doluydu. Müdürün adı geçince, Hademe Akköse biraz utandı, çekindi. Çünkü Müdür Çiher onu hiç mi hiç sevmezdi. Zavallıyı nerede görse iş yükler, azarlar, hor görürdü. Çalışırken küçük bir hata yapsa, babasına da ona da sövüp sayardı. Bir keresinde Usta Mergen şahit olmuştu: Müdür, hademeye çıkışıyordu. Bir yandan tepiniyor bir yandan söyleniyordu:

   _ Seni miskin herif, seni aptal herif!.. Baban da senin gibi hımbılın biriydi işte... Hepiniz böylesiniz. Batırlı değil mi? Hepsi vahşi, barbar, sevimsiz... Yarabbi, bu dağlı vahşilerin kökünü kurut!.. Böyle bedduaya başlayınca, Hademe Akköse dayanamamıştı:
   _ Neden böyle beddua edersiniz Müdür Çiher? Babam ve ben size ne yaptık?
   _ Pöh, siz kimsiniz de bana bir şey yapacaksınız? Siz bana laf söylemeye bile cüret edemezsiniz... Ama dedeleriniz Kurgak-Batır'lar yok mu? O vahşiler, bütün insanlığa zarar ziyan vermedi mi? Ejderhalar gibi önüne çıkan her şeyi yakıp yıkmadı mı? Hepiniz barbarsınız işte... Elinize geçen ilk fırsatta yine baş kaldırır, hepimizin kemiklerinden kendinize kolye yaparsınız!..
   _ Aman müdürüm, olur mu öyle şey...
   _ Sus, pis barbar! Hain! Yalancı!..

   Usta Mergen bundan sonrasını dinlememişti... İşin aslını faslını biliyor ama susuyordu. Sonuçta Müdür Çiher, itaatkar bir köpekti. Daima üstlerinin paçalarını yalardı. Tabi üstleri de kendi üstlerinin paçalarını temizlerdi!.. Ne demişler: İt iti ısırmazmış... Müdürü de itlere değil, Ulu Tanrı'ya havale ediyordu...

   O bunları düşünürken Hademe Akköse temizliğe başlamış, Çömez de “hayırlı akşamlar” dileyerek sınıftan çıkmıştı. Kendini toparladı ve hademeye gülümseyerek: Kolay gelsin, deyip çıktı.


   Çömezi, bugünkü anlattıklarından ne ders almıştı; hatta alabilmiş miydi bilmiyordu. Lakin bu olanları hatırlamak onu biraz etkilemiş, belki biraz sinirlendirmişti. Sonra, kafesteki küçük, tüylü canlıyı hatırladı. Onu ve dersini aklına getirince biraz hafiflediğini hissetti. Bu küçük canlıyı düşünmeye başladı: O ne fare olabilmişti ne sincap... Adı bile yoktu; yalnızca “melez”di...



14 Aralık 2013 Cumartesi

çocukluk düşü




   İhtiyar adam, yavaş yavaş gözlerini araladı. Gördüğü ilk şey, nemden yer yer kararmış ve sıvası dökülmüş tavan oldu. Bir süre hareketsiz yattı. Sonra yatağından güçlükle doğruldu. Artık epey yaşlanmıştı ve en ufak hareketler bile bedenine ızdırap veriyordu. Yatağın ucundaki terliklerini giydi ve mutfağa yöneldi. Sonra birden vazgeçerek tuvalete doğru gitti. Lavaboda yüzünü yıkadı, avucuna su alarak içti. Dili damağı kurumuştu. Doğrularak, duvardaki çatlak aynada kendine baktı. Üç günlük sakalıyla, kırlaşmış tel tel saçlarıyla, eğri büğrü ağzıyla, kocaman çirkin burnuyla altmışında bir ihtiyardı gördüğü. Dudaklarını büzdü. Lavaboya eğilerek ağzında biriken balgamı tükürdü.
     
   Canı kahvaltı falan istemiyordu. Dolaptan daha dün açtığı süt kutusunu aldı, bardağa boşaltmadan kafasına dikip içti. Boş kutuyu eski yemek masasının üzerine bıraktı, balkona doğru yöneldi. Kolu çekince eski kapı gıcırdayarak açıldı. Dışarısı bir bahar gününe nazarla epey serindi ama aldırmadı. Balkon demirlerine tutunarak boynunu ileri doğru uzattı, gözlerini kapattı ve öylece hayallere daldı. 
     
   Şimdi, çocukken anne ve babasıyla yaşadığı küçük sahil kasabasındaydı. Babasının nice güçlükle onardığı eski ama şirin evlerinin bahçesindeydi. Üzerinde mavi bir tulum vardı ve küçük siyah ayakkabılar giymişti. Saçları da düzgünce taranmış ve ortadan ayrılmıştı. Gözlerinin içi, o yeşil gözbebeklerinin içi gülüyordu. Hatırlıyordu, evet; bu onun yedi yaşındaki haliydi. Kollarını açmış, sabah serinliğini içine çekiyordu. Hafif esinti beraberinde denizin tuzlu ve hoş kokusunu da getirmişti. Uzaklardan balıkçı teknelerinin ve büyük trollerin sesi geliyordu. Sahilde martılar, balıkçıların avından nasiplenmek için canhıraş savaşıyor ve çığlıklar atıyordu. Evet, duyuyordu; sahil yolunda ilerleyen bisikletin pedal sesini, plajda kumlarla oynayan, şakalaşan çocukların sesini, kıyıya vuran dalgaların nağmesini... Hepsini duyuyordu... Küçük çocuğun yüzü gülüyordu. Aynı anda balkondaki ihtiyarın da yüzünde çarpık bir tebessüm belirdi. Yazık ki tebessümü uzun sürmedi, gözlerini açar açmaz mutluluğu yerini hüzne bıraktı.
     
   İhtiyar, gözlerini açıp da hayal aleminden sıyrılınca, gerçeğin tatsız yüzüyle karşılaştı. Bulunduğu balkonun tam karşısında eski bir apartman vardı. Balkondan görülebilen bütün manzara; birkaç çürük eski apartman ile evinin bulunduğu dar ara sokaktı. İhtiyarın sıkıntısı iyice arttı. Şimdi çocukluğunu geçirdiği o ufak sahil kasabasını ve bahçeli şirin evlerini daha bir özlemişti. Yaşadığı şu küflü şehre ve buraya gelip saplandığı güne lanet okudu. Ömrünün şu son ve yalnız zamanlarını da bu eski, derme çatma apartman dairesinde geçiriyordu. 
     
   Ah yeniden çocuk olsaydı! Anne ve babasıyla sahile inse; onlar güneşlenirken kendi de kumlarla oynasaydı. Serin suya dalıp dipten kum çıkarmaca oynayabilseydi arkadaşlarıyla. Burnuna ve yanaklarına bulaştırarak yeseydi o tatlı, çikolatalı dondurmaları. Sahilde güneşlenen, kendilerinden yaşça büyük kızları dikizleselerdi yine gizlice. Akşam hava kararınca, mahallenin bütün çocukları toplaşıp saklambaç oynasalardı. Akşam eve geç dönseydi; yorgun argın atsaydı kendini yatağına ve yarın oynayacağı oyunların hayaliyle yatsaydı en tatlı uykulara…
     
   Bunların hepsi geçmişte kalmıştı. Artık çocuk değildi elbet, ama o şirin kasaba da eskisi gibi kalmamıştı. Para babası işadamları, en nihayet bu bakir yeri de keşfetmiş ve buraya koca koca oteller, gösterişli villalar yapmışlardı. O güzelim altın sahilleri parsellemişler ve bir de girenleri haraca bağlamışlardı. Artık kasabanın minik, bahçeli evlerinin yerinde; beş, on katlı apartmanlar yükseliyordu. Kasabanın Arnavut kaldırımlı şirin sokaklarında dili yabancı, kendi yabancı turist bozuntuları sürtüyordu. Yeni inşaatlarla birlikte, işçi olarak bir sürü köylü de kasabaya göç etmişti. İşi biten köyüne geri dönmüş; kalanlar, boş bulduğu yeri işgal etmiş ve bir gecekondu dikivermişti. Sokaklara artık oyun oynayan, koşuşan şen çocuklar değil tatilcilerin lüks arabaları hükmediyordu. 
     
   İhtiyar, bunları düşününce daha bir hüzünlendi. Sırtı daha bir kamburlaştı. Balkonun köşesindeki tabureye bıraktı kendini. Elini cebine attı; sağa sola, içerideki masanın üzerine bakındı. Sigarası yoktu. Tabi ya! Birkaç yıl önce sigarayı bırakmıştı, lakin ara ara bu eski dosta ihtiyaç duyuyordu. Bir an unutuveriyordu dostunu kendi elleriyle çöpe attığı ve terk ettiği günü. 
     
   “Eh neyse!” dedi içinden. Gözünden akacak gibi uzanan bir damla yaşı da geri itti. Burnunu çekerek doğruldu. Tabureden kalktı, içeriye geçti. Yatağının kenarına oturdu. Tavana baktı, avuçlarını açarak bir şeyler mırıldandı. Dua etmeyeli ya da kendi tabiriyle “Tanrı’yla sohbet etmeyeli” uzun zaman olmuştu. Sanki kimsenin duymasını istemiyormuş gibi sessizce döküldü cümleler dudaklarından:
     
   “Ey güzel Tanrım! Her kul gibi arada bir seni kızdırdıysam affet beni. Hep iyi, namuslu, temiz bir adam olmaya çabaladım. Haram yemedim, yedirmedim. Senden tek bir niyazım var latif Tanrım. Eğer beni cennetine layık görür de kabul edersen; hiçbir şeycikler istemem! Ne saray ne huriler ne sütten ırmaklar!.. Tek dileğim cennette anne ve babamla birlikte olmak. Yine çocukluğumdaki evimizde yaşamak… Yine denizin kokusuyla uykuya dalıp, ılık meltemle uyanmak… Sen büyüksün Rabbim... Sen yüceler yücesisin. Şu ihtiyar, zavallı kulunu bari öteki dünyada mutlu kıl! Başka da bir şey isteyemem zaten senden…” 
     
   İhtiyar, sözlerini bitirdi, avuçlarını buruşuk yüzüne sürdü. Demin gözünde sabırsızlıkla bekleyen damlalar şimdi yanaklarına süzülmüştü. Elinin tersiyle yaşlarını sildi. Yatağın üstündeki eski yorganı kaldırdı, altına girdi. Öylece hareketsiz yatmaya başladı. Gözlerini yavaşça kapattı. Hiç uykusu yoktu ama yine de derin bir uykuya dalmıştı. Bir daha da bu dünyaya gözlerini açmadı… 
     
   Şimdi belki de şirin evlerinin bahçesinde şen kahkahalar atarak oyun oynuyordur, kim bilir…





yazılma tarihi: 30.12.2011


11 Aralık 2013 Çarşamba

...



   Yalnızlık en büyük cehennemmiş... Söylenir, ama yaşanmadan inanılmazmış... Ve yalnızlığın dili yokmuş; sadece susarmış öylece, yıllarca, ömürlerce...

   Yıllar önce ölen ozanlarla sohbet etmekmiş yalnızlık... Şiirlerini tekrar tekrar okuyup ezberlemek; sonra unutmak ve bir daha okumakmış... Her mısraya farklı anlamlar yüklemekmiş yalnızlık... Şairlerinin dahi hayal edemediği yalnızlıkları yaşamakmış...

   Kitap sayfalarından fal açmakmış yalnızlık... Raftan bir roman çekip yirminci sayfasına bakmakmış mesela... Kahramanda kendine ait bir şeyler aramakmış; belki bulmak, belki bulamamakmış... Sayfalar dolusu ihtimal, ama tek bir sonuç; yalnızlıkmış...

   Yalnızlığa pek çok isim vermişler; en çok tutulanı “ölüm” olmuş... Ölen değil, ölenle ölen yalnızmış... Ölenle ölünür mü? Elbet ölünürmüş... Sadece daha yavaş çürürmüş hayattaki ölüler... Kokusu çok sonra çıkarmış; acısının çıktığı gibi... Sonra ver elini kabristan: Bir beton çatıdan, mermer çatıya inkılapmış yani ölüm... Sonra ver elini görünmez kalabalık...

   Evet, insan bu dünyada yalnızmış... Sanmayın ki ölüler kimsesiz, sessiz, sakin... Asıl onların başı kalabalıkmış; sağda Münker, solda Nekir'miş...



10 Aralık 2013 Salı

e mi?



   Damarlarından kanalizasyon geçen bir şehirde, gecenin bir vakti uyanırsın... Günahkar her şey, derin bir sessizliğe gömülmüştür. Hiç birinin uyuduğunu zannetme! Karanlığı tükürükleriyle boğmaya hazırlanıyor kaltak zamanenin moda piçi!..

   Fikret'in sisler içindeki şehri şimdi nerde? Burada her şey uluorta sahneleniyor... Gizli kapaklı olan tek şey namus; çünkü ben göremiyorum... Herkes gırtlak gırtlağa gelmiş; “ekmek kavgası” denen bir televizyon programı açık beyaz camda. Tüm bu kağıt kapmacalar, gerdan kırmacalar, ölü seviciler... Hepsi, hepsi meydanda... Ama sen yine sakin ol e mi?

   Gırtlağına basılmış tarihin... “Doğruyu söyle” diyerek yalan söyletiliyor. Medeni maymunlar fink atıyor tahtadan oyuncak atlarıyla... Son neandertaller sahne alıyor kurgulanmış oyuncuklarında... Tükürüyorlar “mabedinin göğsü”ne!.. Ama sen yine güleç ol e mi?

   Şehir ve insanlar; “tüm bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değil...” Katilleri görüp sus; ta ki sevdiğin biri öldürülene kadar... Hırsızları görüp sus; ta ki bir gece vakti evine girilene kadar... Namussuzları görüp sus; ta ki birgün namusuna el kaldırılana kadar... Sen şimdilik sus, sus ki sular bulanmasın... Ağzımızın tadı kaçmasın... Birileri kışkırmasın... E mi?

   Sen şimdilik sus... İstersen ilelebet sus, konuşma... Ben; “tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum...” Sen istersen bekle e mi?


7 Aralık 2013 Cumartesi

dinle arkadaş!..



   Duymuyor musun arkadaş!.. Uzaklardaki şimşeklerin gürültüsü sana ulaşmıyor mu? Gökler yırtılırken, yer yarılıp açılırken nasıl kulak kabartmıyorsun diri mezarların çığlıklarına? Yoksa kulağın hala şehirleri dolduran yaşayan cesetlerde mi?

   Sana öyle bir şiir yazmalıyım ki ağlayasın... Sana öyle bir şarkı dinletmeliyim ki anlamalısın göklerin sesini... Öyle bir tablonun önünden geçmelisin ki gözlerin kamaşsın... Ama yok! Sen kanla, cesetle, ölümle akıllanmaya, ayılmaya alışmışsın!.. Seni, yüce şairlerin şiirleri de, en üstün bestekarların müzikleri de, fırçayla dünya yaratan ressamların resimleri de uyandıramaz... Sen ancak düşmanın ağız dolusu küfrüne alışkınsın; düşmanın yabancı nağmelerine aşinasın; gözlerin düşman bayrakları seyretmeye hasret!..

   Ben kimim? Sen kimsin? Onlar kim? Biz, hepimiz, kimiz?
   Kurudu mu damarların arkadaş!.. Sokaktaki köpekler kadar düşmanını tanıyacak hissin kalmadı mı? Işığa ulaşmak için can veren pervaneler kadar onurun yok mu içerinde?

   Kırıldı mı tüm kemiklerin arkadaş!.. Neden dik durmuyorsun? Parçalandı mı ellerin? Koptu mu ayakların? Yoksa en son yüreğini de mi söktüler göğsünden? Bu yüzden mi köksüz çalılar gibi savrulursun nisyan yelinde...

   Acı kendine; en azından bunu yap... Acı evlatlarına, torunlarına... Acı hepimize... Atalarımız dünyayı avuçlarına almışlar; bizse elimizdeki kuru ekmeğe sahip çıkamaz duruma gelmişiz... Acı hepimize... Tükür kahrolası mücadelesiz ömrüne!..


4 Aralık 2013 Çarşamba

geçmişin çiy taneleri...



   (...) Dört beş asır evvel yaşamak... Bu ne tatlı bir hayattı! Şan, şöhret, tagallüb, muvaffakıyet, aşk, hırs, istibdat... Hayatı hissettiren ve şimdi maatteesüf bir masal, bir tarih zemininden başka bir şey olmayan bu tatlı ve hakiki heyecanlar vardı. Ah, bu toprakların üzerinde benim ecdadım bir girdibad-ı berk falud-ı zafer gibi akıncılık ederken ne kadar mesut ve mağrur idiler... Kahramanlık, şecaat ve cesaret-i mutlak içinde geçen gençlikleri onlara ihtiyarlıkları için ne tesellisiz hatıralar, ne muğfil iftiharlar bırakıyordu. Halbuki biz, silahsız, kansız, azametsiz olduğu kadar yorucu, harap edici olan mücadele-i medeniyetin biçare muharipleri, ne kadar sefiliz...

[Ömer Seyfettin / At, 1912]


* * *


   Nostalji... İşte insanoğlu, en umutsuz anlarında böyle geçmişe sarılıyor. Geçmiş gözümüzün önünde, Kırk Haramiler'in mağarasındaki altınlar kadar bol ve değerli görünüyor. Böyle zamanlarda geçmişi düşünmek, insanlar için görünmez, girişi ve çıkışı meçhul bir sığınak oluyor...

   Geçmiş günleri özlemek, geçmiş günleri arzulamak her insanın yüreğinde vardır. İhtiyar, gençlik günlerini; hasta, sağlıklı zamanlarını; yenik bir asker, geçmiş zafer günlerini özler... Özler ama geçmiş sandığımız kadar parlak mıdır acaba? Geçmiş, hatıralarımızdaki kadar lekesiz ve masum mudur? Anılarımız, zaman içinde kendini bir şekilde aklar. Yılların üstüne yıllar bindikçe, geçmişin kıyıda köşede kalmış kusurları da bir bir silinir. Sonunda elimizde, kusursuz, lekesiz, mutlu, mesut anılar kalır... İşte böylece geçmiş, daima özlenen bir zaman dilimi halini alır. O artık, asla ulaşılamayacak bir ütopya gibidir...

   Neden birçok yazar ve şair çocukluğuna dair manzumeler ve hikayeler yazmıştır? Çünkü bulunulan zaman, asla çocukluk günlerindeki gibi gamsız ve tasasız değildir; olmayacaktır da... Böylece geçmiş, kendi mazimiz, bizlerin hep özlediği bir masal dünyasına dönüşecektir.

   Geçmiş özlemi, sadece kişisel duygularda belirmez. Geçmiş özlemi, topluluklarda ve milletlerde de kendini gösterir. Yenilen ordular savaş meydanlarından çekilirken, daima galibiyet günlerini ve kitaplarda okudukları muzaffer zamanları anarlar. Kitleler, yüzlerce yıl önceki yaşamları ve örfleri bile özleyebilirler. Bu yüzden, insan topluluklarında da nostalji duygusunu görürüz...

   Geçmiş geri gelmeyecek... Bize tek yararı, ondan dersler çıkararak geleceğimizi yaratmaktır.


2 Aralık 2013 Pazartesi

sayfalar...



   Bugün, tek bir sayfa okumadıysam zarardayım. Bugün, tek bir cümle dökülmediyse kalemimden, içimde bir tuğla daha çıkmıştır; duvarlarım kalınlaşmıştır...

   Siz, çok okuyup da hiç yazmayan bir insan gördünüz mü? İnsan çok okumuşsa ve içinde bir dağarcık oluşturmuşsa, oradan taşanları boşaltmalıdır. Yoksa suskunluklar insanı zehirler... Dilde tıkanan kelimeler kişiyi boğar... Bu yüzden yazmak, bellek zehirlenmesini önler. Ruhumuzu, sayfalarla paylaşırız; gizli ya da aşikar...

   Çoğu sayfa akılda kalmaz, silinir gider... Okunanlar ezberden akıp gider zihnin boşluklarına... Ama asla kaybolmaz. Okunan her şey belleği, ruhu besler; insanın “bir şey” olma, “adam” olma serüveninde bir basamak olur. Siz fark etmeseniz de her okuduğunuz yaprak, “siz”i yaratacaktır yeniden: Aynı basit bedenden; farklı bir insan, farklı bir ruh...

   En çok da şiir okuyun... Yüksek sesle okuyun, bir daha bir daha okuyun... O şairler ki, nice uykusuz geceden sonra çıkarmışlardır madenlerini en derinlerden... Olmuş insanlardan, olmanın sırrını öğrenirsiniz mısralardan... Tabi anlamasını bilirseniz; okumasını bilirseniz... Çünkü hiçbir şiir, kafiyeden ve rediften oluşmaz. Şiir; kandan ve etten oluşur...

   Bir sayfa daha çevirelim. Her sayfayla yeni bir insan daha tanıyalım. Kendimizi tanımaya ise daha çok var... 


29 Kasım 2013 Cuma

yelin getirdikleri...



   ... “Tabgaç budun sabı süçig, agısı yımşak ermiş. Süçig sabın, yımşak agın arıp ırak budunug ança yagutır ermiş. Yaguru kondukda kisre anyıg bilig anda öyür ermiş. Edgü bilge kişig alp kişig yorıtmaz ermiş. Bir kişi yangılsar, oguşı, budunı, bişükinge tegi kıdmaz ermiş. Süçig sabınga, yımşak agısınga arturup öküş Türk budun, öltüg; Türk budun, ölteçi sen!
   Biriye Çogay Yış, Tögültün Yazı konayın tiser, Türk budun ölsiking! Anda anyıg kişi ança boşgurur ermiş: Irak erser yablak agı birür, yaguk erser edgü agı birür tip ança boşgurur ermiş. Bilig bilmez kişi ol sabıg alıp yaguru barıp öküş kişi öltüg.
   Ol yirgerü barsar Türk budun, ölteçi sen! Ötüken yir olurup arkış tirkiş ısar nen bunug yok. Ötüken Yış olursar bengü il tuta olurtaçı sen” ...

[Kül Tigin Yazıtı – Güney yüzü]


   ... “Çin milletinin sözü tatlı, ipeği yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipekle aldatıp, uzaktaki milleti öylece (kendine) yakınlaştırırmış. Yakınlaştırıp konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, yiğit insanı hareket ettirmezmiş. Bir kişi yanılsa, kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipeğine aldanıp çok çok Türk milleti, öldün; Türk milleti (daha da) öleceksin!
   Güneyde Çogay Ormanı'na, Tögültün Ovası'na yerleşeyim dersen, Türk milleti ölürsün! Oradaki kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir deyip öyle öğretiyormuş. Akılsız kişi, o sözü alıp yakına gitti, çok insan (böylece) öldü.
   O yere gidersen Türk milleti öleceksin! Ötüken'de oturup (oraya) kervan ve kafile yollarsan hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken Ormanı'nda oturursan, sonsuza dek ülkene sahip olarak yaşayacaksın” ...

[Kül Tigin Yazıtı – Güney yüzü]


  • Kaynak: “Orhun Abideleri – Prof. Dr. Muharrem Ergin”


* * * * *


   Tanıdık geldi mi?

   Bilindiği üzere Kül Tigin Abidesi'ni, Kül Tigin'in ağabeyi Bilge Kağan diktirmiştir. Abide taş, Kül Tigin'in ölümü üzerine, 732 yılında dikilmiştir.
   Taştan bize seslenen Bilge Kağan'dır. Burada, hem kardeşini hem kendini anlatmıştır. Yaşadığı çağı, görüp geçirdiklerini, nasıl kağan olduğunu bir bir bizlere aktarmıştır. Bir nevi saltanatının hesabını tutmuş, bir taraftan da bizlere dersler çıkarmamız için öğütler vermiştir.

   Tam tamına 1281 yıl önceden, Türkler'in nelerden sakınması gerektiğini anlatan bu cümleler, ne sonraki nesillere ne de bugünkü bizlere ders olabilmişe benziyor. Öyle değil mi ki: Uygurlar, atalarının inançlarını terk edip Budizm'i, Maniheizm'i benimsedi... Göktürkler, törelerini unuttukları için yok oldular... Selçuklular, saraylarında Türkçe'yi yasaklayıp Fars diline meylettiler... Osmanoğulları, zaferlerini Türk kanına borçlu olduklarını unutup, Türk adını hakir gördüler...

   Bugün biz... Ya biz, bu tarihi deveranda neredeyiz? Onca devlet, imparatorluk niçin yıkıldı? Niçin tarih sahnesinden çekilip yok oldu?

   Bilge Kağan'ın ta Orhun Irmağı kıyılarından bize ulaştırdığı sesine kulak verelim. Yoksa biz de, Çin ellerine varıp ipeklerle, tatlı sözlerle ve yalan vaatlerle kandırılıp yok olan gafillerden mi olacağız...



22 Kasım 2013 Cuma

Kam ile Çoban



   Günlerden bir gün Kam, vurmuş yine kendini yollara. Uçsuz bucaksız bozkırda, toprağın ruhlarını kendine yoldaş edinerek yürümüş, yürümüş...

   Az gitmiş uz gitmiş... Yorularak bir kayanın üstüne oturmuş. Deriden kırbasını başına dikmiş. İçi bomboşmuş. O anda, kırbasındaki suyun iki gün önce bittiği aklına gelmiş. Issız bozkırın bu ücra köşesinde, yemeksiz ve susuz kaldığını hatırlamış. Yine de bu duruma hayıflanmamış. Demiş ki: “Törütgen Ogan Tengri, elbet beni görür. Bu sadık hizmetkarını yarı yolda bırakmaz.”
   O kayanın başında oturarak, epey zaman beklemiş. Bakmış ki güneş dağların ardına çekiliyor; etrafta ne gelen var ne giden... Sırtındaki abasını yorgan yapıp olduğu yere kıvrılmış. Geceleri, böyle açıkta yatanlara albızların musallat olacağını bilirmiş. Yine canını sıkmamış. Göğe, yavaş yavaş belirmeye başlayan yıldızlara dönerek demiş ki: “Yüce Gök-Tengri bu sevgili kulunu görür, sadık hizmetkarını korur.” Sonra da bir kolunu başının altına alıp yastık yapmış. Huzur içinde uyumuş.

   Sabah olup uyandığında, tepesinde bir karaltı sezmiş. Hava henüz tam aydınlanmadığı için, bu kişinin yüzünü seçememiş. “Sen de kimsin?” diye sormuş. Tepesinde dikilen kişi, daha on beş, on altı yaşlarında bir delikanlıymış. Çekinerek yanıtlamış: “Ben Şine-us oymağının çobanıyım. Sen Kam Dogolon musun?”
   Kam, yattığı yerden şöyle bir doğrulmuş. Gözlerini ovuşturmuş, bir daha karşısında dikilen genç çobana bakmış. Sonra hiç umursamıyormuş gibi: “Evet, ben oyum. Benim adımı sen nereden biliyorsun?” demiş. Sonra delikanlının cevaplamasına fırsat vermeden: “Yanında su var mı?” demiş. Çoban “evet var” deyip az öteye bağladığı atına koşmuş. Ağzına kadar dolu kırbayı alıp Kam Dogolon'un yanına gelmiş. Kırbayı saygıyla kama uzatmış.
   Kam, ağzına kadar dolu kırbayı görünce, neredeyse üç gündür susuz olduğunu hatırlamış. Suyu başına dikmeden önce göğe bakarak demiş ki: “Ey yüceler yücesi Gök-Tengri!.. Yalnız sana şükrederim... Beni koruyup gözeteceğini biliyordum. Şükür sana...” Sonra da su dolu kırbayı başına dikerek doya doya içmiş.

   Suyun yarısını boş midesine yolladıktan sonra, kırbayı genç çobana uzatmış: “Sağol” demiş. “E, söyle bakalım çoban dostum. Senin adın ne?” Genç çoban yanıtlamış: “Tomo-Tayçak” demiş.
   Kam, kırçıl sakalını kaşıyarak genç çobanın yüzüne bakmış. Bu çoban saf ve temiz bir gençmiş. İhtiyar kam bunu hemen anlamış. Sonra yine sormuş: “Peki beni nasıl buldun? Adımı nerden biliyorsun?” Genç çoban, kamın yanına çökmüş, heyecanlı bir şekilde dün gece ninesinin gördüğü rüyayı anlatmış:
   “İhtiyar ninem dün gece bir rüya görmüş. Rüyasında, çadırının baş köşesinde oturuyormuş. Aniden duyduğu bir sesle irkilmiş. Sağına bakmış, soluna bakmış, kimseler yok... Sonra ses ona adıyla seslenmiş. Nineme, oymağın yakınında, aç ve susuz bir kamın olduğunu söylemiş. O kama yardım etmesini söylemiş. Ninem de peki demiş. Sonra da uyanmış. Uyandığında geceydi. Beni de uyandırdı, rüyasını anlattı. Ben de ona, sabah gidip etrafa bakacağımı söyledim. Buna rağmen ninem rahat edemedi, daha gün ağarmadan beni atıma bindirip yolladı. Ben de çaresiz etrafı araştırmaya koyuldum. Uzaktan, senin yerde yatan karaltını görünce hemen yanına geldim. İşte böyle, hepsi ninemin hikmetli rüyası sayesinde...”

   Kam, genç çobanın anlattıklarını dikkatle dinliyormuş. Çoban Tomo-Tayçak, heyecanla anlattığı hikayesini bitirmiş. Kam, kırçıl beyaz sakalını kaşıyarak: “Onu anladık, tamam... Peki adımı nasıl bildin?” İşte o zaman çoban Tomo-Tayçak daha bir heyecanlanmış. Yerinde zor duruyormuş gibi zıp zıp zıplayarak anlatmaya başlamış: “Ben yanına yaklaşıp attan inince, şuracıkta bir adam peyda oldu. Çirkin, pis kokulu, kambur bir ihtiyardı. Kim olduğunu, kendisinin kam olup olmadığını sordum. O da kamın sen olduğunu, adının da Kam Dogolon olduğunu söyledi. Tam bana doğru bir adım atacaktı ki olduğu yere çakıldı kaldı. Telaşlandı, eliyle yüzünü örttü. Neler olduğunu sordum. Boynumdaki muskayı göstererek bir şeyler söyledi, ama anlayamadım. Sonra da hızla uzaklaştı... Ha, bir de giderken sana selam söylememi, seni yine bulacağını söyledi.”

   Kam, bu son anlatılanları duyunca gülümsedi. Elini genç çobanın omuzuna attı: “Çoban dostum, o gördüğün, çirkin bir ihtiyar sandığın adam var ya; o Albız Harhar'dır. Çocukluğumdan, atamdan kamlık aldığım günden beri peşimdedir. Aslında bana hiç yaklaşamazdı. Lakin birkaç gün önce, ırmaktan eğilmiş su içerken, boynumdaki ata yadigarı tılsımımı suya düşürdüm. Hızla akan su tılsımımı aldı götürdü. İşte bu yüzden, Albız Harhar bana sokulmaya cesaret etti. Senin boynundaki muskayı görünce de dayanamayıp sıvıştı. Çünkü o çok korkak, çok pısırıktır. İnsanlara kötülük yapmak için yalnızca geceleri gelir. Karşısına güçlü, kuvvetli biri çıksa hemen kaçmanın bir yolunu arar...”
   Kam, bunları genç çobana anlattıktan sonra ellerini göğe kaldırmış: “Ey yüce Gök-Tengri! Beni, gece gezen ve insanları çarpan albızlardan koruyacağını biliyordum. Sana şükürler olsun...” demiş.

   Genç çoban, Kam Dogolon'a çıkınında bulunan ekmekten ikram etmiş. Sonra da obasına davet etmiş. Kam: “Çok isterdim çoban dostum. Hem seninle tanıştığıma da çok çok memnun oldum. Lakin benim yoluma devam etmem lazım. Gök-Tengri'nin benim için yazdığı kaderi kovalamam lazım. İşte bu yüzden duramam, dinlenemem” demiş. Çoban Tomo-Tayçak buna üzülmüş ama kabul etmek zorundaymış. Mahcup mahcup demiş ki: “Peki Kam Dogolon, dediğin olsun. Ben de seni tanıdığıma çok sevindim. Bu suyu ve ekmeği kabul et, yanına al. Yoksa içim rahat etmez.”
   Kam, gülümseyerek genç çobanın uzattığı çıkını almış. Teşekkür etmiş. Genç çobanla bilge kam kucaklaşmışlar. Tam vedalaşıp ayrılacakları sırada kam dönerek genç çobana seslenmiş: “Hey, çoban dostum... İhtiyar ninene söyle, ona çok minnettarım. O, çok bilge bir kadınmış. Tengri'nin sevgili bir kuluymuş. Ona minnettarlığımı ilet, olur mu?” demiş. Genç çoban da karşılık vermiş: “Tabi ki iletirim bilge kam... Hoşça kal, Tengri seninle olsun... Hoşça kal...” Kam da seslenmiş: “Hoşça kal genç çoban dostum... Tengri senin, ninenin ve oymağının yanında olsun... Bahtınız açık olsun...”

   Çoban Tomo-Tayçak, Kam Dogolon'u gözden kayboluncaya kadar izlemiş. Sonunda tepelerin ardında kaybolunca, o da atına atlayıp oymağının yolunu tutmuş.

   Kam ise, Tengri'nin onun için yazdığı kaderi yaşamak için yine yollara düşmüş. Bir elinde yarısı su dolu kırba, bir elinde ekmeği; yiyerek içerek yürümüş, yürümüş... Ta tepelerin, çayırların, ormanların ardınca gitmiş. Geceleri, gündüzleri kovalamış... Güneşle, ayla ve yıldızlarla konuşmuş... O yalnızca Tengri'nin bildiği alın yazısının peşinden, ömrü yettiği yere kadar yürümüş, yürümüş, yürümüş...  


* * * * *


Şine-us: Yeşil Su
Dogolon: Aksak
Tomo-Tayçak: Uslu Tay
Törütgen: Yaratan
Ogan: Güçlü, her şeye gücü yeten (Tanrı)
Har(Xar): Siyah
Albız: Şeytan


19 Kasım 2013 Salı

zifiri yalanlar içinde...



   Tercümanı yok ölü kelimelerimin. Hangi sözlüğe el atsam boş çıkıyor. Cenaze çıkmış bir eve dert anlatmak gibi, mezartaşlarından medet ummak gibi her şey... Ne ben konuştuğumu biliyorum, ne sözcüklerim hayat buluyor. Dilimden, canları uçmuş harfler dökülüyor sadece...

   Öyle bir zamanı yaşıyorum ki, katillerle kol kola dostlarım!.. Ben daha ölmeden, üstümdeki ceketi bile pay ediyorlar... Hainler, reziller, yalancılar; akbabalar bile sizden asil!.. Namert kelimesinin içindeki “mert” kadar bile mertlik yok sizde!.. Acıyın eğer acıma hissiniz kaldıysa kendinize...

   Yeminlerinizde bile bir “u dönüşü” seziliyor. Yalanlarınıza daima bir açık kapı var. İmanınız Firavun'dan, sözleriniz Şeytan'dan devşirme...

   “Midas'ın kulakları...” diye bağırmak istiyorum kuyulara... Özellikle de şahsiyeti eşekler duysun istiyorum. Yazık ki, onlar duysalar da umursamazlar. Çünkü gözlerinden giren ışık, dışarıya hırs yansıtıyor, çünkü dilleri yalan saçıyor, başları adaletten başka her şeye eğiliyor...

   Lanetlenmişlere lanet okumak boşuna... Dilimizin kelimelerini, meleklerin bile uğramaktan vazgeçtiği bu zavallılara harcamayalım...


son günah...



   Tanrısızlık diye bir şey yoktur. İnsanoğlu daima bir ilah bulmuştur kendine. Taştan putlar dikmiş, kütükten ilahlar oymuş... Yetmemiş gökteki güneşe tapmış, aya tapmış... Gün gelmiş, halkları kılıcının gücüyle ezenler kendilerini ilah ilan etmişler... İnanılan tanrının adı ve özelliği değişmiştir, ama varlığı daima sabit kalmıştır...

   Bugünse “para” denen yüce bir ilah, dünya insanlarını etkisi altına almıştır. Peygamberi kimdir bilinmez ama, inananları giderek çoğalmakta. Adına “banka” dedikleri mabetleri var. Oradaki papazlar, insanları bu yola çevirmek için imanla çalışıyor. Televizyonlarda, gazetelerde devamlı misyonerleri konuşuyor; insanları bu dine özendirmeye çalışıyor. Bir kitapları yok. Yazılı olmasa da tüm inananlarının yüreklerinde duydukları ve tekrarladıkları kutsal kaideleri var.

   Her dinin, vadettiği bir cenneti vardır; bir de cehennemi... Bu dinin cenneti de cehennemi de bu dünyadadır. İnsanlar, odununa “borç” dedikleri dumansız bir ateşte yanar dururlar. Buradan kurtulmanın tek çaresi, borca borç katmaktır. Bu dinin ilk farzı; para kutsaldır ve onu kazanmak için her yol mübahtır...

   Her dinde olduğu gibi bu dinin de yüzyıllar içinde mezhepleri oluşmuştur. En çok taraftar toplayanları; Emperyalizm, Kapitalizm, Siyonizm gibi farklı isimler almış oluşumlarıdır... Bunların en büyük gücü, “Yüce Para”ya tapan, şuursuz milyonlardır.

   Dinler tarihiyle ilgilenenler, bence bu yeni dini de araştırmalılar. Bu gidişle Yahudilerin Yehova'sı da, Hristiyanların Kutsal Baba'sı da, Uzak Doğu'nun Buda'sı da bu yeni tanrının gölgesinde kalacağa benziyor...


* * * * *





Bu ironiden Yüce Allah tenzih edilir... 


18 Kasım 2013 Pazartesi

göğe merdiven



   Mümkün mü ey Şaman, başka bir dünyaya gitsek... Kaldırsak kollarımızı ve gökyüzüne yükselsek... Oradan düşsek hayaller ülkesine; başkenti Hanbalık olan...

   Sen de bıktın mı tüm bu yalanlardan ey Şaman!.. Sen de usandın mı maskeli balolardan... Öyleyse gel kaçalım bu kapaksız hapishaneden. Bizim duvarlara ihtiyacımız yok. Bizim elektrik lambalarına, asfalt yollara, pis kokulu bu şehre ihtiyacımız yok. Gidelim, iyi atlarına atlayıp giden iyi insanların ülkesine. Gidelim, kimseye haber vermeden...

   Birkaç yalan betimleme, güzelliği perdeleyen tasvirler; hepsi bu kadar... Bu is kokulu cehenneme mecbur değiliz biz... Sanatı kendimiz yaratır, kendimiz yaşarız... Kendi bahçemizde uyanırız nemli sabahlara... Kendi çatımızı onarırız kendi ellerimizle... İstediğimiz renge boyarız duvarları; başkalarının istediği renge değil... İstersek caddeleri de boyarız yeşile, maviye, kırmızıya...

   Sen de tiksiniyorsun biliyorum ey Şaman!.. Sen de iğreniyorsun bu ifadesiz yüzlerden. Her biri bozuk parayla çalışan birer makine, her biri teker teker renkli banknot... Obez cüzdanlar, gıcır gıcır hayaller; gerçek yalanlar, cılız düşler... Budur işte idealsizlik ideali!..

   Ey Şaman, ey kardeş!.. Mümkün mü başka bir zamanda doğmak? Şansımızı başka evrenlerde kullanmak mümkün mü? Ey göğün Tanrı'sı!.. Günahkarlar için cehennemi yarattın. Peki dünyaya ne hacet!..


11 Kasım 2013 Pazartesi

yalnızlık soğuktur...



   Üşüyorum... Üstüm başım çiy taneleriyle ıslanmış... Rüzgar, arada eserek kendini hatırlatıyor. Gecenin ayazı tepemde akbaba gibi dikilmiş adeta. Gökteki bulutlar gecenin renginden de koyu, ama yağmur bırakmakta kararsız gibiler... Öylece mıhlanmışlar gökyüzüne...

   Üşüyorum, aslında soğuktan değil; yalnızlıktan... İnsan en çok yalnızlıktan korkar, en çok yalnızlıktan üşür; bilmediğim şey değil... Yalnızlıktan titreyenleri ne sobalar ısıtabilir ne şehrin cayır cayır yanan ışıkları... Sokak köpekleri bir duvarın dibinde büzülsün, kediler aralarında bölüşemedikleri yemek için dalaşsın; evsizler, evden kovulanlar, otelde kalacak para bulamayanlar, nemli park oturaklarında sızsın... Sen onlarla birlikte, ama onlarsız bütün geceyi sokaklarda geçir...

   Ayaklarım yürümekten dermansız düştü. Ayakkabımın içi suyla dolu, parmaklarım büzülmüş halde yolları tepiyorum. Nereye gittiğimin önemi yok. Zaten bütün sokaklar birbirine benziyor... Kaldırımlar her yerde aynı, çöp tenekeleri her sokakta pis kokulu, sokak başları her defasında ıssız... Sevimsiz şehir, geceleri böylece daha da sevimsiz...

   Kendimi, gece kaldırımlarda dolanan şairler gibi hissetmek istemiyorum. Necip Fazıl'ın “Kaldırımlar”ını unutsam, hele Haşim'i hiç okumamış olsam... Otuz beşime geldiğimde Cahit Sıtkı'yı hiç hatırlamasam...

   Tüm okuduklarımı, hatta aklımı da sana vereyim Tanrı'm; sen de bana huzurumu geri ver!.. O saf, temiz, tasasız çocukluk günlerindeki gibi... Okuldan kaçıp parklarda oynamak gibi... Komşu bahçelere girip meyve aşırmak ve yakalanmamak gibi... Ağlamak, sonra niçin ağladığını unutmak gibi...  


6 Kasım 2013 Çarşamba

dilim dilim...



   Acaba doğruları mı söylemeliyim, insanları mı memnun etmeliyim? Düşüncelerim insanları kırar mı? Dilim, beynimin ve yüreğimin konuştuğu lisandan anlar mı?

   Dilim çok açık sözlüdür. Ketum yüreğimin sakladığı her sırrı, fazladan bir cömertlikle dağıtır. O kadar kalın söyler ki inceltemezsin. Bazen o kadar incelir ki; inceldiği yerden kopuverir... Bazen - kendince - doğruyu söyler, bazen de öyle eğilir ki doğrultamazsın...

   Dilim kibarlıktan pek hoşlanmaz; zaten anlamaz da... En bayağı lisanla hitap eder karşısındakine. Yüreğin bütün dertleri, kafanın bütün ağrıları, midenin bütün sancıları hep dilin aymazlığı yüzündendir. Emniyet kilidi olmayan bir tabanca gibidir o; dört bir yana kurşunlarını saçar. Kabzasından tutamazsın; kemiği yoktur çünkü...

   Hep “nefsini terbiye et” derler. Dil söylemese, insanın içindeki kasırgaları kim bilecek? Düşünmek suç değil ya... Lakin dil, dedikoducu mahalle karıları gibi her düşüncemizi yaymaya, en gizli hislerimizi ayyuka çıkarmaya bayılır... Bu yüzden en tehlikeli uzvumuz; ne el ne göz... En tehlikeli uzvumuz dildir...

* * * * *

   “Budur cihanda en beğendiğim meslek: / Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” diyen Mehmet Akif de dilinden çekmiş midir acaba? Çekmemiş olması imkansız; çünkü dilini yüreğinden geçen doğruları söylemeye alıştırmış. Bu yüzden sözlerine alınan da olmuş, kızan da, lanetler okuyan da...

   Dil, kimileri için silahtır; bazen kendini, bazen milyonları vurur... Dil, kimileri için şiirdir; bazen kendini oyalar, bazen dünyaları mest eder... Dil, kimileri için de Tanrı kelamıdır; anlamı lisanları aşar...

   Dil, hem kurtuluşumuz hem belamızdır. Ah bir kullanmayı öğrenebilsek!..


4 Kasım 2013 Pazartesi

gözün gördüğü...

ressam: Eşref Armağan


   İlkokulda okurken, okulumuza konser vermeye iki kör sanatçı gelmişti. Biri org, diğeri kemanla müziklerini icra etmişlerdi. Göremedikleri halde, o enstrümanları çalmaları beni epey şaşırtmıştı. İlk defa o zaman düşünmüştüm; acaba görememek nasıl bir histir diye...

   Evde, kendi kendimi denemiştim. Gözlerimi kapayıp küçücük evde yolumu bulabilecek miyim diye merak etmiştim. Yolculuğumu, odamdan başlayıp salonda bitirmeyi planlamıştım. Odamdan çıktım, koridoru geçtim. Ufak ufak adımlarla, oldukça temkinli yürümeye gayret ediyordum. Kısa maceram, salonun kapısını açık unutmam yüzünden başarısız sonuçlanmıştı. Açık kalan kapının sivri ucuna çarpmamla beraber yeniden görmeye başladım...

   Yıllar sonra, üniversitede bir hocamın tavsiye etmesiyle aldım o kitabı: Bitmeyen Gece... Kitap, Mitat Enç'in gerçek yaşam hikayesi; hem de kendi kaleminden. İlk başlarda, göremeyen bir insanın yaşadığı dramı, hayal kırıklıklarını okuyacağımı sanmıştım. Gerçek ise bambaşkaydı... Mitat Enç, daha genç yaşta uğradığı talihsiz hastalık yüzünden göremez olmuştu. Ama hayata çok çabuk sarılmış ve kaldığı yerden yaşamına devam etmişti; hem de birçok insandan daha iyi ve verimli bir şekilde...

   Bu kitaptan sonra tekrar düşündüm. Acaba ben de Mitat Enç gibi genç yaşımda görme yetimi kaybetsem ne yapardım? Görebiliyorken görmez olsaydım ne hissederdim? Nasıl yaşardım? Düşünmesi bile, idraki bile zorken bunu bizzat yaşamak, benim gibi bir bünyeyi kim bilir nasıl sarsardı... Galiba, Tanrı'ya ciddi ciddi şükrettiğim tek an o andır...

   Göz görmezse gönül katlanır mı gerçekten? Görmeden de bu dünyaya katlanabilir miydim, bilmiyorum... Lakin engelli insanları anlamak, çevremize daha duyarlı yaklaşabilmek adına bu ve benzeri yapıtları okumak lazım diye düşünüyorum.


3 Kasım 2013 Pazar

büyümek neyse...



Öylesine böylesine bakmadık;
Öyle baktırdılar, böyle baktırdılar.
Hayatı tutarken elimizle,
Bıraktırdılar...

Abbas Sayar

* * * * *


   Çok iyi hatırlıyorum; birbirimize korkunç hikayeler anlatırdık geceleri. Beş on çocuk toplaşır, karanlığa dair, hayaletlere, hortlaklara dair hikayeler uydururduk. Her birimiz ayrı bir hikaye sallardık işkembeden. Yine de herkes inanırdı her anlatılan şeye...

   Hikayeler, gece yatağa girince gerçeğe dönüşüverirdi. Cama çarpan ağaç dalı, rüzgardan kalkan perde, gıcırdayan kapı, pencere kenarında dolanan kedinin ayak sesleri... Küçücük hayal dünyamızda, her küçük ayrıntı daha da büyürdü. Yorganı başımıza çeker, uykumuzun gelmesi için Allah'a dua ederdik. Zaten bütün korkular da güneş doğana kadardı...

   Her geçen yılla birlikte, insanın yaşına bir yaş daha ekleniyor. Sayılar büyüdükçe, çevremizdeki her şey küçülüyor adeta... Sonra, hayal gücümüz de küçülüyor. Yıllar yılı devamlı küçülmeye devam ediyor; ta ki yok olana dek... En sonunda, geceleri karanlıktan korkmamaya başlıyoruz. Yeri geliyor, dualarımızı bile unutuyoruz endişelerimizle birlikte... Belki de yıllar sonra anlıyoruz, korkmanın ne güzel bir şey olduğunu...

   Yıllar sonra, yağan yağmura da şaşırmıyoruz, düşen kara da... Çizgi filmlere de gülmüyoruz... Hislerimizi, ağaç dallarını budar gibi tek tek koparıyorlar sanki... Her şeye alışıyoruz en sonunda; ölümlere bile...



31 Ekim 2013 Perşembe

gün gelir, devran döner...



   O günlerde Gazi, Latife Hanım ile yeni evliydi sanıyorum. Bir yandan İzmir'de bir iktisat kongresi toplamaya çalışıyorlar ve bu münasebetle Ankara'ya dönüşlerini geciktiriyorlardı.

   Ben arada sırada ziyaretine giderdim. Bu ziyaretlerimden birinde, köşkün(İzmir Göztepe'de, Latife Hanım'ın babası Muammer Bey'e ait köşk) bahçe kapısı yanında bulunan bahçıvan kulübesinde oturan yedi sekiz adam gördüm. Gelenler orada kalır, içeriye haber ulaşır, gelsin izni çıkarsa alınırdı. Acaba bu adamlar ne için oturuyorlardı? Hep silindir şapkalı, fraklı, temiz giyimli idiler. Hallerinden tavırlarından ecnebi oldukları belli idi. Ben de Başyaver Cevat Abbas Bey'den bir kart aldığım için, geldiğimde kapıdaki görevliye bu kartı verir, kolayca köşke girerdim. Yine öyle yapmış ve kartı vermiştim. Bir süre sonra beni içeriye kabul ettiler. Giderken baktım, adamlar benim kabul edilişime şaşırmış gibiydiler. Atatürk'le görüştüğümüzde:
   - Paşam, bahçe kapısı yanındaki bahçıvan kulübesinde yedi sekiz adam gördüm, ecnebiye benziyorlardı. Acaba niçin orada bulunuyorlar? Diye sordum. Beni kolumdan tutarak pencerenin yanına kadar götürdü; eliyle İzmir Körfezi'ni gösterdi. Bir iki torpido körfezde duruyordu. Atatürk:

   - Bunlar ecnebi sefirler, beklesinler bakalım. Vaktiyle bunlar, bizim elçilerimizi kabul etmeden geri gönderirlerdi. Beklemeye alışsınlar bakalım, diye cevapladı.




*  kaynak: Cemil Filmer - “Hatıralar” 1984, sf. 123


yosun



   Avdan dönen balıkçı teknelerinin motor sesleri hala kulağımda... Bir akşam serinliğiyle birlikte, denizin tuzunu ve balığın kokusunu da taşırlardı sahile... İskelede balıkçılar, tiryaki akşamcılar ve kediler beklerdi...

   Her yerde zeytin ağaçları... Zeytinler ki gölgelerini toprağa sermişler, sanki uzun zamandır oradalar... Buraya kişilik vermiş; deniz ve balık kokusu, bir de zeytin ağaçları...

   Ne “siren”leri gördüm, ne “fok”ları, ne de “karataş”ını... Sadece adlarını duydum tüm efsanelerin. Burayı bir başka yapan şeydi efsaneleri: Kybele, Beşkapılar, Şeytan Hamamı... Tarihi yıkıntılar arasında oynardık çocukken ve bunların yanında, kendi mitlerimizi de yaratırdık: Kayalara insan sureti verir, kovuklardan ses duyardık... Çocuktuk; dağları daha büyütüp, güneşi daha sarartırdık...

   Ufuktaki ufak tefek adalar, bize uzak gelirdi. Bir kulaçlık kayalıkların bile adı vardı, şahsiyeti vardı... Turistler, tatil tekneleriyle tadını çıkarsa da denizlerin, o adalar hep bizimdi... Kiminin adı yoktu, kiminin adı çok uzun...

   İnsan çocukken, başka bir ufuk aramıyor kendine... İnsan çocukken, kendi oyunlarını yaratıyor kendi evreninde... Bizim oyunlarımız da Ege'liydi biraz, denizliydi, tuzluydu... Sevmesem de balık kokardı, yosun kokardı...

   Ey zaman, hangi zıpkınla vurdun çocukluğumu!.. Hangi balıkçının ağında takılı kaldı geçmişler... Al öyleyse büyüklüğümü; çocukluğumu geri ver...



*   siren: mitolojide denizkızı


30 Ekim 2013 Çarşamba

belki başladı... belki bitti...



   Ben çocukken, küçük bir sahil kasabasından ibaretti dünya: Bir tarafı Ege'yle, üç tarafı dağlarla çevrili... Ben çocukken, ben küçüktüm ve her şey büyüktü: Dağlar, denizler, binalar, yollar, arabalar, insanlar... Sonra her şey küçülmeye başladı; gözümde ve gönlümde...

   Ben çocukken, denizin kokusu daha tuzluydu. Denizin balıkları daha lezzetliydi; ben balığı hiç sevmesem de... Denize girmek, yüzmek, dalmak yegane sporumdu benim. Kumlardan kale yapmak en büyük hünerim...

   Ben çocukken, kar nedir bilmezdim. Bizim oraya kar uğramazdı pek; hala da uğramaz, nazlanır... Sonra bir gün, sabah uyandığımızda bembeyaz bir sürprizle karşılaşmıştık ailecek. Ömrümde ilk ve son defa karla oynamıştım o gün. Bir daha karla oynamadım hiç; soğuk geldi bana... Zaten bir sonraki görüşümde de çoktan büyümüştüm; ne oyun ne kartopu, unutmuştum...

   Ben çocukken, yağmur sonraları yüksek tepelere çıkardık arkadaşlarımla. Yağmur sularının yukarılardan akışını izlerdik. Yağmur sularından içerdik. Buz gibi olurdu o sular. Tadından çok, görüntüsü ve akışı güzel olurdu zaten...

   Ben çocukken, büyüyeceğimi hiç düşünmemiştim. Ben çocukken, o küçük Ege kasabasından ayrılacağımızı da hiç düşünmemiştim. Sanki sonsuza dek orada yaşayacaktık... Ama büyüdüm... Ama artık orada yaşamıyorum...

   Küçük sahil kasabaları güzeldir. Hele çocukken daha da güzeldir...





*   Foça için... Belki devam ederim...


27 Ekim 2013 Pazar



   (...)

   Babasının odası gözünün önüne geliyordu. Buraya selamlık da derlerdi. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli olan bu geniş oda, vişne rengindeki perdeleriyle biraz karanlıkça idi. Duvarlarda iğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, piştovlar asılı idi. Hatta bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş, kınından çıkararak ona birtakım siyah lekeler göstermiş:
   “Bunlar ne, biliyor musun?” diye sormuştu.
   O, ne olduğunu anlamayarak:
   “Çok kirlenmiş, temizletelim...” cevabını vermişti.
   Hala duyuyor gibi oluyordu; o vakit babası gülümsemiş ve büyük eliyle minimini sırtını okşayarak: 
   “Hayır oğlum” demişti, “bunlar kir değil... Bunlar düşman kanı... Bu kılıç bize dedelerimizden kaldı. Babam da, ben de onunla harbe gittik. Bu kılıç yedi muharebe gördü. Üzerindeki düşman kanı en büyük kıymetidir, temizlenmez...”
(...)




(Primo: Türk Çocuğu / Ömer Seyfettin, 1911)


26 Ekim 2013 Cumartesi

Unutulmayan destan



   Ayağının tozuyla geldi rüzgar; muştuladı doğan günü. Atlar, nallarında bozkırın tazeliğini getirdi. Güneş, yeni doğan her balaya ad koydu. Toprak, emzirdi hepsini dolgun memelerinden. Dağlar – Tanrı'ya en yakın olan o dağlar – dualarını esirgemedi çocuklarından...

   Alçak tepelerin ardındaki o engin düzlüklerde sesler kesildi. Uzun bir zaman duyulmadı at kişnemeleri. Yağmurlar bile sessizce süpürdü geçti boş toprakları. Irmaklar yalnızlıktan sıkılıp çatladı; kol kol ayrıldı hepsi...

   Sonra günlerden bir gün, ıssızlığın ortasından bir ordu çıkageldi. Kılıçlarını çekmiş, ileri uzanmış, keskin bakışlı, demir yüzlü binlerce asker... Dünyaya düzen vermek adına çıkageldiler uzak bozkırdan. Başlıya baş eğdirdiler, dizliye diz çöktürdüler... Ulu dağları aştılar uçarcasına, devasa duvarları delip geçtiler aslancasına... Kılıçları adalet dağıttı baş görmemiş nice ülkeye.

   Dev ordular, akın akın yürüdü güneşin battığı topraklara. Kimisi konakladığı yeri yurt belledi, kimisi sonsuza dek takip etti kaçan güneşi... Atları nice ırmağın suyundan içti, nice ülkenin toprağını tepti. Bayraklarının görmediği ülke kalmadı.

   Sonunda gün geldi dev ordular, ardında tek iz bırakmadan çekildi tarihin sıfırına... Arkalarında ne bir saray, ne bir övünç belgesi bıraktılar. Yalnızca adları kaldı anlı şanlı yadigar...

   Onlar övünmeyi sevmezdi, övüldüler... Onlar Tanrı'dan başkasına baş eğmezdi, tapıldılar...

   Şimdi bilinmeyen mezarları, kim bilir uçsuz bucaksız bozkırın hangi köşesinde kaldı? Arkalarında ne bir mezartaşı, ne bir heykel; sadece unutulmayan bir destan kaldı...