Ayağının tozuyla geldi rüzgar;
muştuladı doğan günü. Atlar, nallarında bozkırın tazeliğini
getirdi. Güneş, yeni doğan her balaya ad koydu. Toprak, emzirdi
hepsini dolgun memelerinden. Dağlar – Tanrı'ya en yakın olan o
dağlar – dualarını esirgemedi çocuklarından...
Alçak tepelerin ardındaki o engin
düzlüklerde sesler kesildi. Uzun bir zaman duyulmadı at
kişnemeleri. Yağmurlar bile sessizce süpürdü geçti boş
toprakları. Irmaklar yalnızlıktan sıkılıp çatladı; kol kol
ayrıldı hepsi...
Sonra günlerden bir gün,
ıssızlığın ortasından bir ordu çıkageldi. Kılıçlarını
çekmiş, ileri uzanmış, keskin bakışlı, demir yüzlü binlerce
asker... Dünyaya düzen vermek adına çıkageldiler uzak bozkırdan.
Başlıya baş eğdirdiler, dizliye diz çöktürdüler... Ulu
dağları aştılar uçarcasına, devasa duvarları delip geçtiler
aslancasına... Kılıçları adalet dağıttı baş görmemiş nice
ülkeye.
Dev ordular, akın akın yürüdü
güneşin battığı topraklara. Kimisi konakladığı yeri yurt
belledi, kimisi sonsuza dek takip etti kaçan güneşi... Atları
nice ırmağın suyundan içti, nice ülkenin toprağını tepti.
Bayraklarının görmediği ülke kalmadı.
Sonunda gün geldi dev ordular,
ardında tek iz bırakmadan çekildi tarihin sıfırına...
Arkalarında ne bir saray, ne bir övünç belgesi bıraktılar.
Yalnızca adları kaldı anlı şanlı yadigar...
Onlar övünmeyi sevmezdi,
övüldüler... Onlar Tanrı'dan başkasına baş eğmezdi,
tapıldılar...
Şimdi bilinmeyen mezarları, kim
bilir uçsuz bucaksız bozkırın hangi köşesinde kaldı?
Arkalarında ne bir mezartaşı, ne bir heykel; sadece unutulmayan
bir destan kaldı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder