İhtiyar adam, yavaş yavaş gözlerini araladı. Gördüğü ilk şey, nemden yer yer kararmış ve sıvası dökülmüş tavan oldu. Bir süre hareketsiz yattı. Sonra yatağından güçlükle doğruldu. Artık epey yaşlanmıştı ve en ufak hareketler bile bedenine ızdırap veriyordu. Yatağın ucundaki terliklerini giydi ve mutfağa yöneldi. Sonra birden vazgeçerek tuvalete doğru gitti. Lavaboda yüzünü yıkadı, avucuna su alarak içti. Dili damağı kurumuştu. Doğrularak, duvardaki çatlak aynada kendine baktı. Üç günlük sakalıyla, kırlaşmış tel tel saçlarıyla, eğri büğrü ağzıyla, kocaman çirkin burnuyla altmışında bir ihtiyardı gördüğü. Dudaklarını büzdü. Lavaboya eğilerek ağzında biriken balgamı tükürdü.
Canı kahvaltı falan istemiyordu. Dolaptan daha dün açtığı süt kutusunu aldı, bardağa boşaltmadan kafasına dikip içti. Boş kutuyu eski yemek masasının üzerine bıraktı, balkona doğru yöneldi. Kolu çekince eski kapı gıcırdayarak açıldı. Dışarısı bir bahar gününe nazarla epey serindi ama aldırmadı. Balkon demirlerine tutunarak boynunu ileri doğru uzattı, gözlerini kapattı ve öylece hayallere daldı.
Şimdi, çocukken anne ve babasıyla yaşadığı küçük sahil kasabasındaydı. Babasının nice güçlükle onardığı eski ama şirin evlerinin bahçesindeydi. Üzerinde mavi bir tulum vardı ve küçük siyah ayakkabılar giymişti. Saçları da düzgünce taranmış ve ortadan ayrılmıştı. Gözlerinin içi, o yeşil gözbebeklerinin içi gülüyordu. Hatırlıyordu, evet; bu onun yedi yaşındaki haliydi. Kollarını açmış, sabah serinliğini içine çekiyordu. Hafif esinti beraberinde denizin tuzlu ve hoş kokusunu da getirmişti. Uzaklardan balıkçı teknelerinin ve büyük trollerin sesi geliyordu. Sahilde martılar, balıkçıların avından nasiplenmek için canhıraş savaşıyor ve çığlıklar atıyordu. Evet, duyuyordu; sahil yolunda ilerleyen bisikletin pedal sesini, plajda kumlarla oynayan, şakalaşan çocukların sesini, kıyıya vuran dalgaların nağmesini... Hepsini duyuyordu... Küçük çocuğun yüzü gülüyordu. Aynı anda balkondaki ihtiyarın da yüzünde çarpık bir tebessüm belirdi. Yazık ki tebessümü uzun sürmedi, gözlerini açar açmaz mutluluğu yerini hüzne bıraktı.
İhtiyar, gözlerini açıp da hayal aleminden sıyrılınca, gerçeğin tatsız yüzüyle karşılaştı. Bulunduğu balkonun tam karşısında eski bir apartman vardı. Balkondan görülebilen bütün manzara; birkaç çürük eski apartman ile evinin bulunduğu dar ara sokaktı. İhtiyarın sıkıntısı iyice arttı. Şimdi çocukluğunu geçirdiği o ufak sahil kasabasını ve bahçeli şirin evlerini daha bir özlemişti. Yaşadığı şu küflü şehre ve buraya gelip saplandığı güne lanet okudu. Ömrünün şu son ve yalnız zamanlarını da bu eski, derme çatma apartman dairesinde geçiriyordu.
Ah yeniden çocuk olsaydı! Anne ve babasıyla sahile inse; onlar güneşlenirken kendi de kumlarla oynasaydı. Serin suya dalıp dipten kum çıkarmaca oynayabilseydi arkadaşlarıyla. Burnuna ve yanaklarına bulaştırarak yeseydi o tatlı, çikolatalı dondurmaları. Sahilde güneşlenen, kendilerinden yaşça büyük kızları dikizleselerdi yine gizlice. Akşam hava kararınca, mahallenin bütün çocukları toplaşıp saklambaç oynasalardı. Akşam eve geç dönseydi; yorgun argın atsaydı kendini yatağına ve yarın oynayacağı oyunların hayaliyle yatsaydı en tatlı uykulara…
Bunların hepsi geçmişte kalmıştı. Artık çocuk değildi elbet, ama o şirin kasaba da eskisi gibi kalmamıştı. Para babası işadamları, en nihayet bu bakir yeri de keşfetmiş ve buraya koca koca oteller, gösterişli villalar yapmışlardı. O güzelim altın sahilleri parsellemişler ve bir de girenleri haraca bağlamışlardı. Artık kasabanın minik, bahçeli evlerinin yerinde; beş, on katlı apartmanlar yükseliyordu. Kasabanın Arnavut kaldırımlı şirin sokaklarında dili yabancı, kendi yabancı turist bozuntuları sürtüyordu. Yeni inşaatlarla birlikte, işçi olarak bir sürü köylü de kasabaya göç etmişti. İşi biten köyüne geri dönmüş; kalanlar, boş bulduğu yeri işgal etmiş ve bir gecekondu dikivermişti. Sokaklara artık oyun oynayan, koşuşan şen çocuklar değil tatilcilerin lüks arabaları hükmediyordu.
İhtiyar, bunları düşününce daha bir hüzünlendi. Sırtı daha bir kamburlaştı. Balkonun köşesindeki tabureye bıraktı kendini. Elini cebine attı; sağa sola, içerideki masanın üzerine bakındı. Sigarası yoktu. Tabi ya! Birkaç yıl önce sigarayı bırakmıştı, lakin ara ara bu eski dosta ihtiyaç duyuyordu. Bir an unutuveriyordu dostunu kendi elleriyle çöpe attığı ve terk ettiği günü.
“Eh neyse!” dedi içinden. Gözünden akacak gibi uzanan bir damla yaşı da geri itti. Burnunu çekerek doğruldu. Tabureden kalktı, içeriye geçti. Yatağının kenarına oturdu. Tavana baktı, avuçlarını açarak bir şeyler mırıldandı. Dua etmeyeli ya da kendi tabiriyle “Tanrı’yla sohbet etmeyeli” uzun zaman olmuştu. Sanki kimsenin duymasını istemiyormuş gibi sessizce döküldü cümleler dudaklarından:
“Ey güzel Tanrım! Her kul gibi arada bir seni kızdırdıysam affet beni. Hep iyi, namuslu, temiz bir adam olmaya çabaladım. Haram yemedim, yedirmedim. Senden tek bir niyazım var latif Tanrım. Eğer beni cennetine layık görür de kabul edersen; hiçbir şeycikler istemem! Ne saray ne huriler ne sütten ırmaklar!.. Tek dileğim cennette anne ve babamla birlikte olmak. Yine çocukluğumdaki evimizde yaşamak… Yine denizin kokusuyla uykuya dalıp, ılık meltemle uyanmak… Sen büyüksün Rabbim... Sen yüceler yücesisin. Şu ihtiyar, zavallı kulunu bari öteki dünyada mutlu kıl! Başka da bir şey isteyemem zaten senden…”
İhtiyar, sözlerini bitirdi, avuçlarını buruşuk yüzüne sürdü. Demin gözünde sabırsızlıkla bekleyen damlalar şimdi yanaklarına süzülmüştü. Elinin tersiyle yaşlarını sildi. Yatağın üstündeki eski yorganı kaldırdı, altına girdi. Öylece hareketsiz yatmaya başladı. Gözlerini yavaşça kapattı. Hiç uykusu yoktu ama yine de derin bir uykuya dalmıştı. Bir daha da bu dünyaya gözlerini açmadı…
Şimdi belki de şirin evlerinin bahçesinde şen kahkahalar atarak oyun oynuyordur, kim bilir…
yazılma tarihi: 30.12.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder