VBB

22 Kasım 2013 Cuma

Kam ile Çoban



   Günlerden bir gün Kam, vurmuş yine kendini yollara. Uçsuz bucaksız bozkırda, toprağın ruhlarını kendine yoldaş edinerek yürümüş, yürümüş...

   Az gitmiş uz gitmiş... Yorularak bir kayanın üstüne oturmuş. Deriden kırbasını başına dikmiş. İçi bomboşmuş. O anda, kırbasındaki suyun iki gün önce bittiği aklına gelmiş. Issız bozkırın bu ücra köşesinde, yemeksiz ve susuz kaldığını hatırlamış. Yine de bu duruma hayıflanmamış. Demiş ki: “Törütgen Ogan Tengri, elbet beni görür. Bu sadık hizmetkarını yarı yolda bırakmaz.”
   O kayanın başında oturarak, epey zaman beklemiş. Bakmış ki güneş dağların ardına çekiliyor; etrafta ne gelen var ne giden... Sırtındaki abasını yorgan yapıp olduğu yere kıvrılmış. Geceleri, böyle açıkta yatanlara albızların musallat olacağını bilirmiş. Yine canını sıkmamış. Göğe, yavaş yavaş belirmeye başlayan yıldızlara dönerek demiş ki: “Yüce Gök-Tengri bu sevgili kulunu görür, sadık hizmetkarını korur.” Sonra da bir kolunu başının altına alıp yastık yapmış. Huzur içinde uyumuş.

   Sabah olup uyandığında, tepesinde bir karaltı sezmiş. Hava henüz tam aydınlanmadığı için, bu kişinin yüzünü seçememiş. “Sen de kimsin?” diye sormuş. Tepesinde dikilen kişi, daha on beş, on altı yaşlarında bir delikanlıymış. Çekinerek yanıtlamış: “Ben Şine-us oymağının çobanıyım. Sen Kam Dogolon musun?”
   Kam, yattığı yerden şöyle bir doğrulmuş. Gözlerini ovuşturmuş, bir daha karşısında dikilen genç çobana bakmış. Sonra hiç umursamıyormuş gibi: “Evet, ben oyum. Benim adımı sen nereden biliyorsun?” demiş. Sonra delikanlının cevaplamasına fırsat vermeden: “Yanında su var mı?” demiş. Çoban “evet var” deyip az öteye bağladığı atına koşmuş. Ağzına kadar dolu kırbayı alıp Kam Dogolon'un yanına gelmiş. Kırbayı saygıyla kama uzatmış.
   Kam, ağzına kadar dolu kırbayı görünce, neredeyse üç gündür susuz olduğunu hatırlamış. Suyu başına dikmeden önce göğe bakarak demiş ki: “Ey yüceler yücesi Gök-Tengri!.. Yalnız sana şükrederim... Beni koruyup gözeteceğini biliyordum. Şükür sana...” Sonra da su dolu kırbayı başına dikerek doya doya içmiş.

   Suyun yarısını boş midesine yolladıktan sonra, kırbayı genç çobana uzatmış: “Sağol” demiş. “E, söyle bakalım çoban dostum. Senin adın ne?” Genç çoban yanıtlamış: “Tomo-Tayçak” demiş.
   Kam, kırçıl sakalını kaşıyarak genç çobanın yüzüne bakmış. Bu çoban saf ve temiz bir gençmiş. İhtiyar kam bunu hemen anlamış. Sonra yine sormuş: “Peki beni nasıl buldun? Adımı nerden biliyorsun?” Genç çoban, kamın yanına çökmüş, heyecanlı bir şekilde dün gece ninesinin gördüğü rüyayı anlatmış:
   “İhtiyar ninem dün gece bir rüya görmüş. Rüyasında, çadırının baş köşesinde oturuyormuş. Aniden duyduğu bir sesle irkilmiş. Sağına bakmış, soluna bakmış, kimseler yok... Sonra ses ona adıyla seslenmiş. Nineme, oymağın yakınında, aç ve susuz bir kamın olduğunu söylemiş. O kama yardım etmesini söylemiş. Ninem de peki demiş. Sonra da uyanmış. Uyandığında geceydi. Beni de uyandırdı, rüyasını anlattı. Ben de ona, sabah gidip etrafa bakacağımı söyledim. Buna rağmen ninem rahat edemedi, daha gün ağarmadan beni atıma bindirip yolladı. Ben de çaresiz etrafı araştırmaya koyuldum. Uzaktan, senin yerde yatan karaltını görünce hemen yanına geldim. İşte böyle, hepsi ninemin hikmetli rüyası sayesinde...”

   Kam, genç çobanın anlattıklarını dikkatle dinliyormuş. Çoban Tomo-Tayçak, heyecanla anlattığı hikayesini bitirmiş. Kam, kırçıl beyaz sakalını kaşıyarak: “Onu anladık, tamam... Peki adımı nasıl bildin?” İşte o zaman çoban Tomo-Tayçak daha bir heyecanlanmış. Yerinde zor duruyormuş gibi zıp zıp zıplayarak anlatmaya başlamış: “Ben yanına yaklaşıp attan inince, şuracıkta bir adam peyda oldu. Çirkin, pis kokulu, kambur bir ihtiyardı. Kim olduğunu, kendisinin kam olup olmadığını sordum. O da kamın sen olduğunu, adının da Kam Dogolon olduğunu söyledi. Tam bana doğru bir adım atacaktı ki olduğu yere çakıldı kaldı. Telaşlandı, eliyle yüzünü örttü. Neler olduğunu sordum. Boynumdaki muskayı göstererek bir şeyler söyledi, ama anlayamadım. Sonra da hızla uzaklaştı... Ha, bir de giderken sana selam söylememi, seni yine bulacağını söyledi.”

   Kam, bu son anlatılanları duyunca gülümsedi. Elini genç çobanın omuzuna attı: “Çoban dostum, o gördüğün, çirkin bir ihtiyar sandığın adam var ya; o Albız Harhar'dır. Çocukluğumdan, atamdan kamlık aldığım günden beri peşimdedir. Aslında bana hiç yaklaşamazdı. Lakin birkaç gün önce, ırmaktan eğilmiş su içerken, boynumdaki ata yadigarı tılsımımı suya düşürdüm. Hızla akan su tılsımımı aldı götürdü. İşte bu yüzden, Albız Harhar bana sokulmaya cesaret etti. Senin boynundaki muskayı görünce de dayanamayıp sıvıştı. Çünkü o çok korkak, çok pısırıktır. İnsanlara kötülük yapmak için yalnızca geceleri gelir. Karşısına güçlü, kuvvetli biri çıksa hemen kaçmanın bir yolunu arar...”
   Kam, bunları genç çobana anlattıktan sonra ellerini göğe kaldırmış: “Ey yüce Gök-Tengri! Beni, gece gezen ve insanları çarpan albızlardan koruyacağını biliyordum. Sana şükürler olsun...” demiş.

   Genç çoban, Kam Dogolon'a çıkınında bulunan ekmekten ikram etmiş. Sonra da obasına davet etmiş. Kam: “Çok isterdim çoban dostum. Hem seninle tanıştığıma da çok çok memnun oldum. Lakin benim yoluma devam etmem lazım. Gök-Tengri'nin benim için yazdığı kaderi kovalamam lazım. İşte bu yüzden duramam, dinlenemem” demiş. Çoban Tomo-Tayçak buna üzülmüş ama kabul etmek zorundaymış. Mahcup mahcup demiş ki: “Peki Kam Dogolon, dediğin olsun. Ben de seni tanıdığıma çok sevindim. Bu suyu ve ekmeği kabul et, yanına al. Yoksa içim rahat etmez.”
   Kam, gülümseyerek genç çobanın uzattığı çıkını almış. Teşekkür etmiş. Genç çobanla bilge kam kucaklaşmışlar. Tam vedalaşıp ayrılacakları sırada kam dönerek genç çobana seslenmiş: “Hey, çoban dostum... İhtiyar ninene söyle, ona çok minnettarım. O, çok bilge bir kadınmış. Tengri'nin sevgili bir kuluymuş. Ona minnettarlığımı ilet, olur mu?” demiş. Genç çoban da karşılık vermiş: “Tabi ki iletirim bilge kam... Hoşça kal, Tengri seninle olsun... Hoşça kal...” Kam da seslenmiş: “Hoşça kal genç çoban dostum... Tengri senin, ninenin ve oymağının yanında olsun... Bahtınız açık olsun...”

   Çoban Tomo-Tayçak, Kam Dogolon'u gözden kayboluncaya kadar izlemiş. Sonunda tepelerin ardında kaybolunca, o da atına atlayıp oymağının yolunu tutmuş.

   Kam ise, Tengri'nin onun için yazdığı kaderi yaşamak için yine yollara düşmüş. Bir elinde yarısı su dolu kırba, bir elinde ekmeği; yiyerek içerek yürümüş, yürümüş... Ta tepelerin, çayırların, ormanların ardınca gitmiş. Geceleri, gündüzleri kovalamış... Güneşle, ayla ve yıldızlarla konuşmuş... O yalnızca Tengri'nin bildiği alın yazısının peşinden, ömrü yettiği yere kadar yürümüş, yürümüş, yürümüş...  


* * * * *


Şine-us: Yeşil Su
Dogolon: Aksak
Tomo-Tayçak: Uslu Tay
Törütgen: Yaratan
Ogan: Güçlü, her şeye gücü yeten (Tanrı)
Har(Xar): Siyah
Albız: Şeytan


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder