Günlerden bir gün Kam, vurmuş yine
kendini yollara. Uçsuz bucaksız bozkırda, toprağın ruhlarını
kendine yoldaş edinerek yürümüş, yürümüş...
Az gitmiş uz gitmiş... Yorularak
bir kayanın üstüne oturmuş. Deriden kırbasını başına dikmiş.
İçi bomboşmuş. O anda, kırbasındaki suyun iki gün önce
bittiği aklına gelmiş. Issız bozkırın bu ücra köşesinde,
yemeksiz ve susuz kaldığını hatırlamış. Yine de bu duruma
hayıflanmamış. Demiş ki: “Törütgen Ogan Tengri, elbet beni
görür. Bu sadık hizmetkarını yarı yolda bırakmaz.”
O kayanın başında oturarak, epey
zaman beklemiş. Bakmış ki güneş dağların ardına çekiliyor;
etrafta ne gelen var ne giden... Sırtındaki abasını yorgan yapıp
olduğu yere kıvrılmış. Geceleri, böyle açıkta yatanlara
albızların musallat olacağını bilirmiş. Yine canını sıkmamış.
Göğe, yavaş yavaş belirmeye başlayan yıldızlara dönerek demiş
ki: “Yüce Gök-Tengri bu sevgili kulunu görür, sadık
hizmetkarını korur.” Sonra da bir kolunu başının altına alıp
yastık yapmış. Huzur içinde uyumuş.
Sabah olup uyandığında, tepesinde
bir karaltı sezmiş. Hava henüz tam aydınlanmadığı için, bu
kişinin yüzünü seçememiş. “Sen de kimsin?” diye sormuş.
Tepesinde dikilen kişi, daha on beş, on altı yaşlarında bir
delikanlıymış. Çekinerek yanıtlamış: “Ben Şine-us oymağının
çobanıyım. Sen Kam Dogolon musun?”
Kam, yattığı yerden şöyle bir
doğrulmuş. Gözlerini ovuşturmuş, bir daha karşısında dikilen
genç çobana bakmış. Sonra hiç umursamıyormuş gibi: “Evet,
ben oyum. Benim adımı sen nereden biliyorsun?” demiş. Sonra
delikanlının cevaplamasına fırsat vermeden: “Yanında su var
mı?” demiş. Çoban “evet var” deyip az öteye bağladığı
atına koşmuş. Ağzına kadar dolu kırbayı alıp Kam Dogolon'un
yanına gelmiş. Kırbayı saygıyla kama uzatmış.
Kam, ağzına kadar dolu kırbayı
görünce, neredeyse üç gündür susuz olduğunu hatırlamış.
Suyu başına dikmeden önce göğe bakarak demiş ki: “Ey yüceler
yücesi Gök-Tengri!.. Yalnız sana şükrederim... Beni koruyup
gözeteceğini biliyordum. Şükür sana...” Sonra da su dolu
kırbayı başına dikerek doya doya içmiş.
Suyun yarısını boş midesine
yolladıktan sonra, kırbayı genç çobana uzatmış: “Sağol”
demiş. “E, söyle bakalım çoban dostum. Senin adın ne?” Genç
çoban yanıtlamış: “Tomo-Tayçak” demiş.
Kam, kırçıl sakalını kaşıyarak
genç çobanın yüzüne bakmış. Bu çoban saf ve temiz bir
gençmiş. İhtiyar kam bunu hemen anlamış. Sonra yine sormuş:
“Peki beni nasıl buldun? Adımı nerden biliyorsun?” Genç
çoban, kamın yanına çökmüş, heyecanlı bir şekilde dün gece
ninesinin gördüğü rüyayı anlatmış:
“İhtiyar ninem dün gece bir rüya
görmüş. Rüyasında, çadırının baş köşesinde oturuyormuş.
Aniden duyduğu bir sesle irkilmiş. Sağına bakmış, soluna
bakmış, kimseler yok... Sonra ses ona adıyla seslenmiş. Nineme,
oymağın yakınında, aç ve susuz bir kamın olduğunu söylemiş.
O kama yardım etmesini söylemiş. Ninem de peki demiş. Sonra da
uyanmış. Uyandığında geceydi. Beni de uyandırdı, rüyasını
anlattı. Ben de ona, sabah gidip etrafa bakacağımı söyledim.
Buna rağmen ninem rahat edemedi, daha gün ağarmadan beni atıma
bindirip yolladı. Ben de çaresiz etrafı araştırmaya koyuldum.
Uzaktan, senin yerde yatan karaltını görünce hemen yanına
geldim. İşte böyle, hepsi ninemin hikmetli rüyası sayesinde...”
Kam, genç çobanın anlattıklarını
dikkatle dinliyormuş. Çoban Tomo-Tayçak, heyecanla anlattığı
hikayesini bitirmiş. Kam, kırçıl beyaz sakalını kaşıyarak:
“Onu anladık, tamam... Peki adımı nasıl bildin?” İşte o
zaman çoban Tomo-Tayçak daha bir heyecanlanmış. Yerinde zor
duruyormuş gibi zıp zıp zıplayarak anlatmaya başlamış: “Ben
yanına yaklaşıp attan inince, şuracıkta bir adam peyda oldu.
Çirkin, pis kokulu, kambur bir ihtiyardı. Kim olduğunu, kendisinin
kam olup olmadığını sordum. O da kamın sen olduğunu, adının
da Kam Dogolon olduğunu söyledi. Tam bana doğru bir adım atacaktı
ki olduğu yere çakıldı kaldı. Telaşlandı, eliyle yüzünü
örttü. Neler olduğunu sordum. Boynumdaki muskayı göstererek bir
şeyler söyledi, ama anlayamadım. Sonra da hızla uzaklaştı...
Ha, bir de giderken sana selam söylememi, seni yine bulacağını
söyledi.”
Kam, bu son anlatılanları duyunca
gülümsedi. Elini genç çobanın omuzuna attı: “Çoban dostum, o
gördüğün, çirkin bir ihtiyar sandığın adam var ya; o Albız
Harhar'dır. Çocukluğumdan, atamdan kamlık aldığım günden beri
peşimdedir. Aslında bana hiç yaklaşamazdı. Lakin birkaç gün
önce, ırmaktan eğilmiş su içerken, boynumdaki ata yadigarı
tılsımımı suya düşürdüm. Hızla akan su tılsımımı aldı
götürdü. İşte bu yüzden, Albız Harhar bana sokulmaya cesaret
etti. Senin boynundaki muskayı görünce de dayanamayıp sıvıştı.
Çünkü o çok korkak, çok pısırıktır. İnsanlara kötülük
yapmak için yalnızca geceleri gelir. Karşısına güçlü,
kuvvetli biri çıksa hemen kaçmanın bir yolunu arar...”
Kam, bunları genç çobana
anlattıktan sonra ellerini göğe kaldırmış: “Ey yüce
Gök-Tengri! Beni, gece gezen ve insanları çarpan albızlardan
koruyacağını biliyordum. Sana şükürler olsun...” demiş.
Genç çoban, Kam Dogolon'a
çıkınında bulunan ekmekten ikram etmiş. Sonra da obasına davet
etmiş. Kam: “Çok isterdim çoban dostum. Hem seninle tanıştığıma
da çok çok memnun oldum. Lakin benim yoluma devam etmem lazım.
Gök-Tengri'nin benim için yazdığı kaderi kovalamam lazım. İşte
bu yüzden duramam, dinlenemem” demiş. Çoban Tomo-Tayçak buna
üzülmüş ama kabul etmek zorundaymış. Mahcup mahcup demiş ki:
“Peki Kam Dogolon, dediğin olsun. Ben de seni tanıdığıma çok
sevindim. Bu suyu ve ekmeği kabul et, yanına al. Yoksa içim rahat
etmez.”
Kam, gülümseyerek genç çobanın
uzattığı çıkını almış. Teşekkür etmiş. Genç çobanla
bilge kam kucaklaşmışlar. Tam vedalaşıp ayrılacakları sırada
kam dönerek genç çobana seslenmiş: “Hey, çoban dostum...
İhtiyar ninene söyle, ona çok minnettarım. O, çok bilge bir
kadınmış. Tengri'nin sevgili bir kuluymuş. Ona minnettarlığımı
ilet, olur mu?” demiş. Genç çoban da karşılık vermiş: “Tabi
ki iletirim bilge kam... Hoşça kal, Tengri seninle olsun... Hoşça
kal...” Kam da seslenmiş: “Hoşça kal genç çoban dostum...
Tengri senin, ninenin ve oymağının yanında olsun... Bahtınız
açık olsun...”
Çoban Tomo-Tayçak, Kam Dogolon'u
gözden kayboluncaya kadar izlemiş. Sonunda tepelerin ardında
kaybolunca, o da atına atlayıp oymağının yolunu tutmuş.
Kam ise, Tengri'nin onun için
yazdığı kaderi yaşamak için yine yollara düşmüş. Bir elinde
yarısı su dolu kırba, bir elinde ekmeği; yiyerek içerek yürümüş,
yürümüş... Ta tepelerin, çayırların, ormanların ardınca
gitmiş. Geceleri, gündüzleri kovalamış... Güneşle, ayla ve
yıldızlarla konuşmuş... O yalnızca Tengri'nin bildiği alın
yazısının peşinden, ömrü yettiği yere kadar yürümüş,
yürümüş, yürümüş...
* * * * *
Şine-us: Yeşil Su
Dogolon: Aksak
Tomo-Tayçak: Uslu Tay
Törütgen: Yaratan
Ogan: Güçlü, her şeye gücü
yeten (Tanrı)
Har(Xar): Siyah
Albız: Şeytan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder