VBB

31 Ekim 2013 Perşembe

gün gelir, devran döner...



   O günlerde Gazi, Latife Hanım ile yeni evliydi sanıyorum. Bir yandan İzmir'de bir iktisat kongresi toplamaya çalışıyorlar ve bu münasebetle Ankara'ya dönüşlerini geciktiriyorlardı.

   Ben arada sırada ziyaretine giderdim. Bu ziyaretlerimden birinde, köşkün(İzmir Göztepe'de, Latife Hanım'ın babası Muammer Bey'e ait köşk) bahçe kapısı yanında bulunan bahçıvan kulübesinde oturan yedi sekiz adam gördüm. Gelenler orada kalır, içeriye haber ulaşır, gelsin izni çıkarsa alınırdı. Acaba bu adamlar ne için oturuyorlardı? Hep silindir şapkalı, fraklı, temiz giyimli idiler. Hallerinden tavırlarından ecnebi oldukları belli idi. Ben de Başyaver Cevat Abbas Bey'den bir kart aldığım için, geldiğimde kapıdaki görevliye bu kartı verir, kolayca köşke girerdim. Yine öyle yapmış ve kartı vermiştim. Bir süre sonra beni içeriye kabul ettiler. Giderken baktım, adamlar benim kabul edilişime şaşırmış gibiydiler. Atatürk'le görüştüğümüzde:
   - Paşam, bahçe kapısı yanındaki bahçıvan kulübesinde yedi sekiz adam gördüm, ecnebiye benziyorlardı. Acaba niçin orada bulunuyorlar? Diye sordum. Beni kolumdan tutarak pencerenin yanına kadar götürdü; eliyle İzmir Körfezi'ni gösterdi. Bir iki torpido körfezde duruyordu. Atatürk:

   - Bunlar ecnebi sefirler, beklesinler bakalım. Vaktiyle bunlar, bizim elçilerimizi kabul etmeden geri gönderirlerdi. Beklemeye alışsınlar bakalım, diye cevapladı.




*  kaynak: Cemil Filmer - “Hatıralar” 1984, sf. 123


yosun



   Avdan dönen balıkçı teknelerinin motor sesleri hala kulağımda... Bir akşam serinliğiyle birlikte, denizin tuzunu ve balığın kokusunu da taşırlardı sahile... İskelede balıkçılar, tiryaki akşamcılar ve kediler beklerdi...

   Her yerde zeytin ağaçları... Zeytinler ki gölgelerini toprağa sermişler, sanki uzun zamandır oradalar... Buraya kişilik vermiş; deniz ve balık kokusu, bir de zeytin ağaçları...

   Ne “siren”leri gördüm, ne “fok”ları, ne de “karataş”ını... Sadece adlarını duydum tüm efsanelerin. Burayı bir başka yapan şeydi efsaneleri: Kybele, Beşkapılar, Şeytan Hamamı... Tarihi yıkıntılar arasında oynardık çocukken ve bunların yanında, kendi mitlerimizi de yaratırdık: Kayalara insan sureti verir, kovuklardan ses duyardık... Çocuktuk; dağları daha büyütüp, güneşi daha sarartırdık...

   Ufuktaki ufak tefek adalar, bize uzak gelirdi. Bir kulaçlık kayalıkların bile adı vardı, şahsiyeti vardı... Turistler, tatil tekneleriyle tadını çıkarsa da denizlerin, o adalar hep bizimdi... Kiminin adı yoktu, kiminin adı çok uzun...

   İnsan çocukken, başka bir ufuk aramıyor kendine... İnsan çocukken, kendi oyunlarını yaratıyor kendi evreninde... Bizim oyunlarımız da Ege'liydi biraz, denizliydi, tuzluydu... Sevmesem de balık kokardı, yosun kokardı...

   Ey zaman, hangi zıpkınla vurdun çocukluğumu!.. Hangi balıkçının ağında takılı kaldı geçmişler... Al öyleyse büyüklüğümü; çocukluğumu geri ver...



*   siren: mitolojide denizkızı


30 Ekim 2013 Çarşamba

belki başladı... belki bitti...



   Ben çocukken, küçük bir sahil kasabasından ibaretti dünya: Bir tarafı Ege'yle, üç tarafı dağlarla çevrili... Ben çocukken, ben küçüktüm ve her şey büyüktü: Dağlar, denizler, binalar, yollar, arabalar, insanlar... Sonra her şey küçülmeye başladı; gözümde ve gönlümde...

   Ben çocukken, denizin kokusu daha tuzluydu. Denizin balıkları daha lezzetliydi; ben balığı hiç sevmesem de... Denize girmek, yüzmek, dalmak yegane sporumdu benim. Kumlardan kale yapmak en büyük hünerim...

   Ben çocukken, kar nedir bilmezdim. Bizim oraya kar uğramazdı pek; hala da uğramaz, nazlanır... Sonra bir gün, sabah uyandığımızda bembeyaz bir sürprizle karşılaşmıştık ailecek. Ömrümde ilk ve son defa karla oynamıştım o gün. Bir daha karla oynamadım hiç; soğuk geldi bana... Zaten bir sonraki görüşümde de çoktan büyümüştüm; ne oyun ne kartopu, unutmuştum...

   Ben çocukken, yağmur sonraları yüksek tepelere çıkardık arkadaşlarımla. Yağmur sularının yukarılardan akışını izlerdik. Yağmur sularından içerdik. Buz gibi olurdu o sular. Tadından çok, görüntüsü ve akışı güzel olurdu zaten...

   Ben çocukken, büyüyeceğimi hiç düşünmemiştim. Ben çocukken, o küçük Ege kasabasından ayrılacağımızı da hiç düşünmemiştim. Sanki sonsuza dek orada yaşayacaktık... Ama büyüdüm... Ama artık orada yaşamıyorum...

   Küçük sahil kasabaları güzeldir. Hele çocukken daha da güzeldir...





*   Foça için... Belki devam ederim...


27 Ekim 2013 Pazar



   (...)

   Babasının odası gözünün önüne geliyordu. Buraya selamlık da derlerdi. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli olan bu geniş oda, vişne rengindeki perdeleriyle biraz karanlıkça idi. Duvarlarda iğri ve altın kakmalı kılıçlar, kamalar, piştovlar asılı idi. Hatta bir gün babası bu kılıçlardan birini indirmiş, kınından çıkararak ona birtakım siyah lekeler göstermiş:
   “Bunlar ne, biliyor musun?” diye sormuştu.
   O, ne olduğunu anlamayarak:
   “Çok kirlenmiş, temizletelim...” cevabını vermişti.
   Hala duyuyor gibi oluyordu; o vakit babası gülümsemiş ve büyük eliyle minimini sırtını okşayarak: 
   “Hayır oğlum” demişti, “bunlar kir değil... Bunlar düşman kanı... Bu kılıç bize dedelerimizden kaldı. Babam da, ben de onunla harbe gittik. Bu kılıç yedi muharebe gördü. Üzerindeki düşman kanı en büyük kıymetidir, temizlenmez...”
(...)




(Primo: Türk Çocuğu / Ömer Seyfettin, 1911)


26 Ekim 2013 Cumartesi

Unutulmayan destan



   Ayağının tozuyla geldi rüzgar; muştuladı doğan günü. Atlar, nallarında bozkırın tazeliğini getirdi. Güneş, yeni doğan her balaya ad koydu. Toprak, emzirdi hepsini dolgun memelerinden. Dağlar – Tanrı'ya en yakın olan o dağlar – dualarını esirgemedi çocuklarından...

   Alçak tepelerin ardındaki o engin düzlüklerde sesler kesildi. Uzun bir zaman duyulmadı at kişnemeleri. Yağmurlar bile sessizce süpürdü geçti boş toprakları. Irmaklar yalnızlıktan sıkılıp çatladı; kol kol ayrıldı hepsi...

   Sonra günlerden bir gün, ıssızlığın ortasından bir ordu çıkageldi. Kılıçlarını çekmiş, ileri uzanmış, keskin bakışlı, demir yüzlü binlerce asker... Dünyaya düzen vermek adına çıkageldiler uzak bozkırdan. Başlıya baş eğdirdiler, dizliye diz çöktürdüler... Ulu dağları aştılar uçarcasına, devasa duvarları delip geçtiler aslancasına... Kılıçları adalet dağıttı baş görmemiş nice ülkeye.

   Dev ordular, akın akın yürüdü güneşin battığı topraklara. Kimisi konakladığı yeri yurt belledi, kimisi sonsuza dek takip etti kaçan güneşi... Atları nice ırmağın suyundan içti, nice ülkenin toprağını tepti. Bayraklarının görmediği ülke kalmadı.

   Sonunda gün geldi dev ordular, ardında tek iz bırakmadan çekildi tarihin sıfırına... Arkalarında ne bir saray, ne bir övünç belgesi bıraktılar. Yalnızca adları kaldı anlı şanlı yadigar...

   Onlar övünmeyi sevmezdi, övüldüler... Onlar Tanrı'dan başkasına baş eğmezdi, tapıldılar...

   Şimdi bilinmeyen mezarları, kim bilir uçsuz bucaksız bozkırın hangi köşesinde kaldı? Arkalarında ne bir mezartaşı, ne bir heykel; sadece unutulmayan bir destan kaldı...


21 Ekim 2013 Pazartesi

Heyula



   Derdim caddelerden büyük; gez gez bitiremedim şehri...

   Atı olmayan bir göçebeyim yirmibirinci yüzyılda... Ayakkabılarım yırtık, sökük. Üstte yok başta yok... Dağlar yerine gökdelenlere haykırıyorum. Yel değirmenleri yerine gri duvarlara tosluyorum her yerde...

   Uçmanın sihri kalmamış; yere konabilmekte marifet... Demir kanatlı ejderhalar sarmış dört bir yanı... Gürültü o kadar çok ki kendi sesimizi duyamıyoruz. Keşke boş midelerin de sesi gelmese, dolu vicdanlara...

   Geceleri, gündüzlerden de aydınlık yapmışız. Ruhlarımız ise hala kör karanlıklarda... Sesimiz dünyanın öbür ucuna ulaşıyor, ama yüreklere duyuramıyoruz. Beton kalelerimizin burçlarında ne bir bayrak, ne bir alem... Kimliksiz, inançsız bir iskelet ordusuyuz şimdi... Kimimizde günah şehrinin fetih hayali, kimimizde haram ganimetler...

   Yalanın bile bir haysiyeti olmalı... Namertler mertleri ezer olmuş. Köpekleri alkışlayan alkışlayana!.. Çirkef arenasında, masumiyet ile adalet dövüştürülüyor; kazanan hiçbir zaman biz olmayacağız...

   Söyleyeceklerim şehirlerden büyük; uyu uyu bitiremedim rüyaları...


Biraz "sağlık" lütfen...



   Uykusuz gecelerdir baş ağrısı... Göz bebeklerinden başlayıp ense köküne uzanan dinmez yıldırımlardır...

   Saç köklerine kadar kavuran bir ateştir baş ağrısı; beynin derinliklerinden uzanan çığlık... Gece uykudan uyandıran acı bir alarmdır. Çoğunlukla uyumaya izin vermeyen habis bir tümördür; yeri tam olarak belirlenemeyen... Önce göz damarlarında şimşeklenir, sonra sıkıca kavrar tüm başını... Beynine kocaman balyozlar iner görünmeyen. Yıkılan duvarların çığlıklarını duyarsın kulaklarında tiz tiz; uzaklardan çalan okul zili gibi bazen...

   İnim inim inletir yataklarda. Yastık, mermerden bir sütundur... Saatler acımasızca “tik tak”larını beynine saplar. Kulaklarından beynine iğneler sokulur çelikten; keskin keman sesleri duyarsın notasız... Sonra göz kapakların zonklar; açılmazlar ağır kepenkler gibi... Işık, keskin bir kılıçtır artık...

   Adamın dimağını kurutur baş ağrısı. Sızım sızım sızlar burun delikleri... Çene kitlenir, konuşamazsın. Gözlerin tek görüş alanıdır uçuşan noktacıklar... Artık dersin: “Diri diri gömün beni!..”

   Cesetsiz bir morgdur; ölüsüz bir mezarlık... Düşünemezsin bu arafta artık; duyamaz, hissedemezsin... Sadece, biraz “sağlık” lütfen... Bir yudum huzur...


18 Ekim 2013 Cuma

Şişe dibindeki öykü



   İnsanlar, içinde binlerce yıllık duvar resimleri taşıyan mağaralar gibidir. Keşfetmek istersen, onun isli, nemli, soğuk ve bilinmeyen derinliklerine dalmaya cesaret edeceksin...

* * *

   Daha yarım saat önce tanıdığım, uzun beyaz sakalıyla, sigara dumanından sapsarı olmuş bıyıklarıyla, kel kafasıyla bir berduşu andıran ihtiyar söyledi bana bu sözleri. İki parmağı arasında tuttuğu sigara sanki yıllardır oradaydı; öyle oturmuştu yerine... Yanında bir şarap şişesi, olmadı bir kutu bira olsa, tam da bildiğimiz “evsiz barksız, kimsesiz bilge ihtiyar” imajına cuk oturacaktı. Sessizliği bozarak beni hiç şaşırtmadı: “Ya evlat, hadi bana bir köpek öldüren ısmarla da kafam açılsın... Böyle ayık ayık olmuyor...” Kalktım, dediği neyse aldım getirdim. Bilirdim çünkü, insan parlak kafayla bilgece herzeler yumurtlayamaz...

   Hayatım boyunca hiç alkol almadığım ve almayı da düşünmediğim için, zihnimin demlenmesi için geceyi beklerim. Böylece geceleri yumurtlarım -ya da edebi tabiriyle- yaratırım!.. Ezberim kıt olduğu için ihtiyarın söylediklerini hemen, cebimden çıkardığım küçük defterime yazdım. İhtiyar bunu görünce bıyık altından şöyle bir güldü, ama aldırmadım... Benim çalışma stilim de bu (her yiğidin yoğurt yemesi falan filan)...

   İhtiyar feylesof -ona böyle hitap edeceğim- şişeyi kafaya diktikçe açıldı. Gözleri uzaklara daldı gitti. Tırnak kadar kalan sigarasından son fırtı da çekip attı. Sonra bana dönüp sarhoş lisanıyla, hayat dersleri vermeye devam etti: “Ben gördüğümden değil, göremediğimden korkarım... Ben önümde dikilenden değil, arkamdan iş çevirenden korkarım...” E bunlar da iyiymiş, yaz defterciğe...

   İnsan, ihtiyarladıkça değerlenmek, daha bir ilgi görmek istiyor herhalde. Vücut çaptan düşünce, insan kendini işe yaramaz sınıfına koyuyor. Belki de bu yüzden toplum, ihtiyarlara hep bilge ve akıl verici rollerini biçmiştir. Yoksa sanmayın ki her yaşlıda bilgelik var... Buna rağmen ne yalan söyleyeyim, laf ebeliği en çok ihtiyarlara yakışıyor. Onlar da torun torbayı karşısına alıp başlıyor gençliğindeki maceralarını anlatmaya (hemen inanmayın ha; çoğu da uydurmadır)...

   Bu ihtiyar feylesofta da ne torun var ne evlat... Yaşayıp gidiyor ömrünün son demlerini. İçip içip çevresindekilere kusuyor hayat tecrübelerini!.. Kimi zaman şişenin dibinde arta kalan son halüsinasyonlara, kimi zaman da bu kıyıya balık tutmaya inen talihsiz olta severlere...  


17 Ekim 2013 Perşembe

Unutulmayanlar...



   Sabahlar, her zaman doğmayı bekler... Sabahlar, her zaman açmayı bekler... Sabahlar, seni beni beklemez; ancak güneşi bekler, sabahçı kuşları bekler...

   “Tengri teg tengride bolmış” bir gün doğuyor dağların doruklarına. Uykusunu alamayan bozkırın bağrını aydınlatıyor fütursuzca. Gün doğuyor; horozlar uyanıyor, ayçiçekleri yüzünü ışığa dönüyor... Her şey ayılıyor; binlerce yıllık kayalar hariç. Onlar, asırların gerisinden mahmur mahmur bakıyorlar yeryüzüne sanki...

   Kadim kayalar, yağmurlarla yıkanmış, soğuklarla bilenmiş... Bitmeyen zamanın dişleri, onların dört bir yanını kemirmiş acımasızca. Her zerrelerinde yüzlerce çatlak, her köşelerinde yüzlerce delik... Her bir çentik, adeta ezeli yaşlarını söylüyor bilmek isteyenlere...

   “Üze tengri basmasar, asra yir telinmeser” bu kayalar yok olmayacaklar. Adeta görünmeyen derin kökleriyle, bozkırın bağrına tutunacaklar. Çağların ötesinden, töresini unutanları töreleyecek, başsız kalanlara baş olacaklar.


16 Ekim 2013 Çarşamba

İki öykü...



   Gece, uyku vakti geldi de geçiyor. Gözümü yumdum, rüyaya daldım...


* * * * *


   Bir gün deli bir boran esiyormuş. Ağaçlar yerlerinden sökülmemek için toprağa sımsıkı yapışmışlar. Bütün hayvanlar kovuklarına çekilmiş. Bulutlar, gri gökyüzünde karmakarışık olmuş. Yeşil bir tepenin zirvesinde, yalnız ve ulu bir çınar ağacı varmış. Çınarın dalları yorgun, yaprakları bitkin... Deli boran yavaşlamış, ulu çınara yaklaşıp sormuş: “Ey ulu çınar! Senin yaşın kaç?” Ulu çınar şöyle bir silkelenmiş, dallarını hışırdatarak: “Yaşımı bilmem ama ben toprağa düştüğüm zaman, henüz kişioğlu yaratılmamıştı” demiş. Boran, çınara saygısından esintisini hafifletmiş, yavaşlamış; usulca uzaklara çekilmiş...


* * * * *


   Uzak bir bozkırın, en uzak köşesinde unutulmuş bir ırmak varmış. Yılkı atlar, insanların unuttuğu bu köşeye gelip ırmaktan su içerlermiş. Bir gün, çok uzaklardan buralara göç etmiş bir yılkı sürüsü gelmiş. Sürünün en önünde, yeleleri gümüş gibi parlayan, gözleri şimşek gibi çakan, bembeyaz bir aygır varmış. Aygır, bu zorlu göçün ardından geldikleri diyarı çok beğenmiş. Kişneyerek sürüye; “burada yerleşelim” komutunu vermiş. Sonra da su içmek için, masmavi, gürül gürül akan ırmağın yanına gelmiş. Tam eğilip su içeceği sırada ırmak seslenmiş: “Hoşgeldin yılkı reisi. Nereden geldin? Belli ki çok uzak diyardan geldin.” Yılkı başını biraz geriye çekip ırmağın mavi-beyaz köpüklü sularına bakmış. Sonra cevap vermiş: “Biz, bir zamanlar Çingiz Kağan'ın at koşturduğu uzak bozkırdan geldik ey gök-ırmak!..”

   Irmakla aygır sohbeti koyulaştırmış. Irmak sordukça aygır cevaplamış. Sonunda aygır da bir soru sormak istemiş. Irmak, aygırın soru sormasına izin vermiş. Aygır demiş ki: “Ey ulu gök-ırmak!.. Bunca şey bilirsin, bunca kişi tanırsın. Söyle bana, sen kaç yaşındasın?” Irmak, önce şöyle bir düşünmüş. Sonra, çok eski bir şeyler hatırlamış gibi, bir başka çağlamaya başlamış: “Yaşımı ancak Tanrı bilir. Lakin ömrüme dair ilk hatırladığım şey; ben daha küçük bir derecik iken, Gök-Tanrı bana iki kişi yolladı. Emretti ki, bunları besle, büyüt, yetiştir... Öyle güzel kişiler yap ki, onların soyu acunun en seçkin soyu olsun... İşte o günden sonra ben bu iki kişioğlunu besledim, doyurdum. Sonra ikisi evlendi, çoğaldı, bu havzaya sığmaz oldu. Nice zaman sonra hepsi buradan göçtü gitti. Kişioğulları beni hepten unuttu...” Irmak bunları anlatınca, aygır buranın kutsal bir mekan, ırmağın da kutsal bir ırmak olduğunu anlamış. Karar vermiş ki, bütün bir sürü burada üreyecek ve hepsi, en yüce hakanlara binek olacak derecede yaman atlar olacaklarmış... Irmak da bunu kabul etmiş; yılkıları sularıyla beslemiş, onları yüzyıllarca bağrında saklamış...


7 Ekim 2013 Pazartesi

Uzakların türküsü



   Çam kozalakları gibi alev almış yıldızlar; göğe tutunmuşlar görünmez dallarıyla...

   Ayrı dünyalardan gelip tek bir kolda birleşiyor nehirler... Gürül gürül akan bir şiirin içinde, her hecenin anlamı başka...

   Rüzgara kendini kaptırmış bir kuş gibi, açmış kanatlarını Şaman... Ulu göğün bulutlarından, farklı manalar çıkarmaya çalışıyor. Yağmur taşıyan bulutlar, birbirine tos vuracakmış gibi uzatmışlar başlarını... Şimşekten oklarını çekmişler rakiplerine. Öyle bir gürültü çıkarıyorlar ki, Moğol ordusunun oklarını aratmıyorlar.

   Akıp yolunu bulan sular gibi yolunu arıyor Şaman... Kuytularda ihtiyarlığın sessizliği, kayalara kazınmış yüzyıllar... Davulun tokmağını kıskandırıyor yıldırımlar... Gümbür gümbür çakıyor zamanın durmayan saati... Durmuyor yine; işliyor...

   Yapraklarını dökmüş ağaçlar gibi boynu eğri Şaman; senin yaşın kaç? Gözündeki mananın farkına varabilsek, sorar mıyız hiç yarını... Tüm bu suskunluğun bitecek bir gün, biliyorum. Tüm yaban sesler susacak. Konuşacak yine, çağlayacak dilin...

   Biliyorum, ışıklar yükselecek dağların ardından... Duyuyorum asırların sesini şimdiden... Duyuyorum; “uzaklarda bir yerlerde türküler söyleniyor...”


4 Ekim 2013 Cuma

Elçiye zeval olmaz...



   Elçiye zeval olmaz bilirim ey gece!.. Seni suçlamayacağım bu sefer, hayır... Seni suçlamayacağım; bugün için ne hakimim ne savcı...

   Biliyorum, elçiye zeval olmaz. Biliyorum, sen bir elçisin ey gece; yalnızca gündüzün çilesini taşıyan bir elçi... Hüznün elçisisin en koyusundan; soğuk gece yarılarının bekçisi en kuytusundan...

   Bize yapabildiğin tek iyilik, yıldızları yakmaktı kandil kandil... Her gece vakti gelince, çökerdi bir sessizlik sokakların ortasına. İnsanlar çekilirdi caddelerden; yerlerini ıssız bir soğuk alırdı. Duvar diplerinde birikmiş çöpler bile üşürdü sokak kedileriyle birlikte...

   Sen dolunaya ışık ısmarlardın yalnızlar için, ama hep sevgililer üstüne alınırdı. Yıldızlara hep güzel kadınların adı verilirdi. Oysa ay ve yıldızlar, gecenin ve yalnızlık çekenlerin kardeşiydi. Onlar, ölüleri ve dirileri beklerdi her karanlık çöktüğünde. Vardiyaları birkaç saatlik yoğun bir çalışmaydı. Hele kışları, hele soğuklar çökünce daha da zordu dayanması...

   Biliyorum ey gece; seni suçlamayacağım... Bu düşüncelerin de heyulaların da suçlusu sen değilsin. Şu üstümüze ölümden beter çöken yaşam derdi suçludur; sen değilsin...

   Sen evsizlerin ve sokak köpeklerinin yoldaşısın, ayın ve yıldızların öz kardeşi...


2 Ekim 2013 Çarşamba

Girizgah...



   Bilmediğim bir dilde, hiç duymadığım şarkılar çalınıyor kulağıma... Ben susuyorum...

   Yağmurlarla girizgah yapıyorum şiirime... Adını anmaya korktuğum kahramanların mahlasını kullanıyorum. Duyduğum tüm sesler bir Lale Devri havası taşıyor kulaklarıma... Ben susuyorum; sanki Nedim konuşuyor...

   Hafif bir yel esiyor arkamdan. Saçlarım bozkır toprağı kokuyor. Bir ağaç gölgesi arayan yolcu gibi arıyorum kafiyeleri; bulamıyorum... Şiirlerde yarım kalmanın hüznü; sözcüklerde bir kendine yetememe azabı... Kulaklarımda bir Buhara ezgisi derinden derine... Ben susuyorum; bozkır konuşuyor...

   Kafamın içi bomboş; adeta yazılmadan buruşturulmuş kağıtlar gibi... Kalemlerde tükenmiş mürekkep... Damarımdaki kanla yazacağım, ama parşömene kırmızı gitmiyor. Tüküreceğim ilham perisinin yüzüne, ilk gördüğüm yerde!.. Bir sürtük misali gezerken yabanda, neden uğramaz ki bize!..

   Bir ressam karakalemle suratımı çizmiş aynalara; hiç de benzetememiş... Ciddiye almıyorum portremi(!); zira aynalara düşman olmak istemiyorum. Değil mi ki neler çektik yeteneksiz ressamların elinden!.. Kimimize kocaman bir burun çizdi, kimimize kepçe kulaklar... Alacağın olsun, elleri kırılasıca kader!..


   Sözcükler bir bir dökülüyor kağıda... Gecenin bu derin saatinde, sokaktan çıt gelmiyor: Evler susuyor, kaldırımlar susuyor, ağaçlar susuyor... Ben susuyorum; kalem konuşuyor...


1 Ekim 2013 Salı

Ruhumun rengi...



   İnsan ruhu tek bir renk değildir; renk renktir... İçinde sadece “insan” bulunmaz: “Melek” ve “Şeytan”ı da barındırır derinlerinde...

   Benim ruhum yalnızlığında bir Haşim olur, aynalardan kaçar... Kızdığında Neyzen gibi sövüp sayar gelmişe geçmişe... Umutsuz anlarda, Fikret'in “Aşiyan”ı gibi derinlerdeki sığınağına saklanır ruhum. Yahya Kemal gibi geçmişe sarılır...

* * * * *

   Her insanın ruhunda bir “O Belde” vardır; kaçıp kurtulmak istediği... Orada, “melal”i anlayacak dostlar arar insan... Bu dünyada her zaman sürgündür...

   Bazen geçmişi yad edersin Mete Han'ın ordusunda; bazen geleceği kucaklamak istersin “Asım” adını vereceğin torunlarınla...
   Ama ne yaparsan yap, bu günden kurtulamazsın bir türlü. Kürkçü dükkanına dönersin yorgun, ama yenik düşmemiş... Sözcüklerini yardıma çağırırsın en zor anda; kalem hepsine tercümanlık yapar.

   Belki de ruhumuzun mihmandarıdır şiirler. O bilinmeyen, gizli saklı ülkeye götürür bizi... Bize, kendi ruhumuzu tanıtır bunca asırdan sonra... Pişmanlığı, Adem'den kalan bir hüzünle getirir gözümüzün önüne. Kabil'in günahıyla sarsılırız bu çağda bile... Bunca asır sonra, hala Firavun'dan kaçışımızın belirtisidir ruhumuz: Bazen çocukçasına, bazen Musa'casına...


   Gözlerinize iyi bakın aynalarda. Gözlerinizde çığlık çığlığa size seslenen bir ruh göreceksiniz. O ruh ki, tüm unutulmuş geçmişlerle yaşanmamış geleceklerin toplamıdır...