VBB

29 Kasım 2013 Cuma

yelin getirdikleri...



   ... “Tabgaç budun sabı süçig, agısı yımşak ermiş. Süçig sabın, yımşak agın arıp ırak budunug ança yagutır ermiş. Yaguru kondukda kisre anyıg bilig anda öyür ermiş. Edgü bilge kişig alp kişig yorıtmaz ermiş. Bir kişi yangılsar, oguşı, budunı, bişükinge tegi kıdmaz ermiş. Süçig sabınga, yımşak agısınga arturup öküş Türk budun, öltüg; Türk budun, ölteçi sen!
   Biriye Çogay Yış, Tögültün Yazı konayın tiser, Türk budun ölsiking! Anda anyıg kişi ança boşgurur ermiş: Irak erser yablak agı birür, yaguk erser edgü agı birür tip ança boşgurur ermiş. Bilig bilmez kişi ol sabıg alıp yaguru barıp öküş kişi öltüg.
   Ol yirgerü barsar Türk budun, ölteçi sen! Ötüken yir olurup arkış tirkiş ısar nen bunug yok. Ötüken Yış olursar bengü il tuta olurtaçı sen” ...

[Kül Tigin Yazıtı – Güney yüzü]


   ... “Çin milletinin sözü tatlı, ipeği yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipekle aldatıp, uzaktaki milleti öylece (kendine) yakınlaştırırmış. Yakınlaştırıp konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, yiğit insanı hareket ettirmezmiş. Bir kişi yanılsa, kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmazmış. Tatlı sözüne, yumuşak ipeğine aldanıp çok çok Türk milleti, öldün; Türk milleti (daha da) öleceksin!
   Güneyde Çogay Ormanı'na, Tögültün Ovası'na yerleşeyim dersen, Türk milleti ölürsün! Oradaki kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir deyip öyle öğretiyormuş. Akılsız kişi, o sözü alıp yakına gitti, çok insan (böylece) öldü.
   O yere gidersen Türk milleti öleceksin! Ötüken'de oturup (oraya) kervan ve kafile yollarsan hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken Ormanı'nda oturursan, sonsuza dek ülkene sahip olarak yaşayacaksın” ...

[Kül Tigin Yazıtı – Güney yüzü]


  • Kaynak: “Orhun Abideleri – Prof. Dr. Muharrem Ergin”


* * * * *


   Tanıdık geldi mi?

   Bilindiği üzere Kül Tigin Abidesi'ni, Kül Tigin'in ağabeyi Bilge Kağan diktirmiştir. Abide taş, Kül Tigin'in ölümü üzerine, 732 yılında dikilmiştir.
   Taştan bize seslenen Bilge Kağan'dır. Burada, hem kardeşini hem kendini anlatmıştır. Yaşadığı çağı, görüp geçirdiklerini, nasıl kağan olduğunu bir bir bizlere aktarmıştır. Bir nevi saltanatının hesabını tutmuş, bir taraftan da bizlere dersler çıkarmamız için öğütler vermiştir.

   Tam tamına 1281 yıl önceden, Türkler'in nelerden sakınması gerektiğini anlatan bu cümleler, ne sonraki nesillere ne de bugünkü bizlere ders olabilmişe benziyor. Öyle değil mi ki: Uygurlar, atalarının inançlarını terk edip Budizm'i, Maniheizm'i benimsedi... Göktürkler, törelerini unuttukları için yok oldular... Selçuklular, saraylarında Türkçe'yi yasaklayıp Fars diline meylettiler... Osmanoğulları, zaferlerini Türk kanına borçlu olduklarını unutup, Türk adını hakir gördüler...

   Bugün biz... Ya biz, bu tarihi deveranda neredeyiz? Onca devlet, imparatorluk niçin yıkıldı? Niçin tarih sahnesinden çekilip yok oldu?

   Bilge Kağan'ın ta Orhun Irmağı kıyılarından bize ulaştırdığı sesine kulak verelim. Yoksa biz de, Çin ellerine varıp ipeklerle, tatlı sözlerle ve yalan vaatlerle kandırılıp yok olan gafillerden mi olacağız...



22 Kasım 2013 Cuma

Kam ile Çoban



   Günlerden bir gün Kam, vurmuş yine kendini yollara. Uçsuz bucaksız bozkırda, toprağın ruhlarını kendine yoldaş edinerek yürümüş, yürümüş...

   Az gitmiş uz gitmiş... Yorularak bir kayanın üstüne oturmuş. Deriden kırbasını başına dikmiş. İçi bomboşmuş. O anda, kırbasındaki suyun iki gün önce bittiği aklına gelmiş. Issız bozkırın bu ücra köşesinde, yemeksiz ve susuz kaldığını hatırlamış. Yine de bu duruma hayıflanmamış. Demiş ki: “Törütgen Ogan Tengri, elbet beni görür. Bu sadık hizmetkarını yarı yolda bırakmaz.”
   O kayanın başında oturarak, epey zaman beklemiş. Bakmış ki güneş dağların ardına çekiliyor; etrafta ne gelen var ne giden... Sırtındaki abasını yorgan yapıp olduğu yere kıvrılmış. Geceleri, böyle açıkta yatanlara albızların musallat olacağını bilirmiş. Yine canını sıkmamış. Göğe, yavaş yavaş belirmeye başlayan yıldızlara dönerek demiş ki: “Yüce Gök-Tengri bu sevgili kulunu görür, sadık hizmetkarını korur.” Sonra da bir kolunu başının altına alıp yastık yapmış. Huzur içinde uyumuş.

   Sabah olup uyandığında, tepesinde bir karaltı sezmiş. Hava henüz tam aydınlanmadığı için, bu kişinin yüzünü seçememiş. “Sen de kimsin?” diye sormuş. Tepesinde dikilen kişi, daha on beş, on altı yaşlarında bir delikanlıymış. Çekinerek yanıtlamış: “Ben Şine-us oymağının çobanıyım. Sen Kam Dogolon musun?”
   Kam, yattığı yerden şöyle bir doğrulmuş. Gözlerini ovuşturmuş, bir daha karşısında dikilen genç çobana bakmış. Sonra hiç umursamıyormuş gibi: “Evet, ben oyum. Benim adımı sen nereden biliyorsun?” demiş. Sonra delikanlının cevaplamasına fırsat vermeden: “Yanında su var mı?” demiş. Çoban “evet var” deyip az öteye bağladığı atına koşmuş. Ağzına kadar dolu kırbayı alıp Kam Dogolon'un yanına gelmiş. Kırbayı saygıyla kama uzatmış.
   Kam, ağzına kadar dolu kırbayı görünce, neredeyse üç gündür susuz olduğunu hatırlamış. Suyu başına dikmeden önce göğe bakarak demiş ki: “Ey yüceler yücesi Gök-Tengri!.. Yalnız sana şükrederim... Beni koruyup gözeteceğini biliyordum. Şükür sana...” Sonra da su dolu kırbayı başına dikerek doya doya içmiş.

   Suyun yarısını boş midesine yolladıktan sonra, kırbayı genç çobana uzatmış: “Sağol” demiş. “E, söyle bakalım çoban dostum. Senin adın ne?” Genç çoban yanıtlamış: “Tomo-Tayçak” demiş.
   Kam, kırçıl sakalını kaşıyarak genç çobanın yüzüne bakmış. Bu çoban saf ve temiz bir gençmiş. İhtiyar kam bunu hemen anlamış. Sonra yine sormuş: “Peki beni nasıl buldun? Adımı nerden biliyorsun?” Genç çoban, kamın yanına çökmüş, heyecanlı bir şekilde dün gece ninesinin gördüğü rüyayı anlatmış:
   “İhtiyar ninem dün gece bir rüya görmüş. Rüyasında, çadırının baş köşesinde oturuyormuş. Aniden duyduğu bir sesle irkilmiş. Sağına bakmış, soluna bakmış, kimseler yok... Sonra ses ona adıyla seslenmiş. Nineme, oymağın yakınında, aç ve susuz bir kamın olduğunu söylemiş. O kama yardım etmesini söylemiş. Ninem de peki demiş. Sonra da uyanmış. Uyandığında geceydi. Beni de uyandırdı, rüyasını anlattı. Ben de ona, sabah gidip etrafa bakacağımı söyledim. Buna rağmen ninem rahat edemedi, daha gün ağarmadan beni atıma bindirip yolladı. Ben de çaresiz etrafı araştırmaya koyuldum. Uzaktan, senin yerde yatan karaltını görünce hemen yanına geldim. İşte böyle, hepsi ninemin hikmetli rüyası sayesinde...”

   Kam, genç çobanın anlattıklarını dikkatle dinliyormuş. Çoban Tomo-Tayçak, heyecanla anlattığı hikayesini bitirmiş. Kam, kırçıl beyaz sakalını kaşıyarak: “Onu anladık, tamam... Peki adımı nasıl bildin?” İşte o zaman çoban Tomo-Tayçak daha bir heyecanlanmış. Yerinde zor duruyormuş gibi zıp zıp zıplayarak anlatmaya başlamış: “Ben yanına yaklaşıp attan inince, şuracıkta bir adam peyda oldu. Çirkin, pis kokulu, kambur bir ihtiyardı. Kim olduğunu, kendisinin kam olup olmadığını sordum. O da kamın sen olduğunu, adının da Kam Dogolon olduğunu söyledi. Tam bana doğru bir adım atacaktı ki olduğu yere çakıldı kaldı. Telaşlandı, eliyle yüzünü örttü. Neler olduğunu sordum. Boynumdaki muskayı göstererek bir şeyler söyledi, ama anlayamadım. Sonra da hızla uzaklaştı... Ha, bir de giderken sana selam söylememi, seni yine bulacağını söyledi.”

   Kam, bu son anlatılanları duyunca gülümsedi. Elini genç çobanın omuzuna attı: “Çoban dostum, o gördüğün, çirkin bir ihtiyar sandığın adam var ya; o Albız Harhar'dır. Çocukluğumdan, atamdan kamlık aldığım günden beri peşimdedir. Aslında bana hiç yaklaşamazdı. Lakin birkaç gün önce, ırmaktan eğilmiş su içerken, boynumdaki ata yadigarı tılsımımı suya düşürdüm. Hızla akan su tılsımımı aldı götürdü. İşte bu yüzden, Albız Harhar bana sokulmaya cesaret etti. Senin boynundaki muskayı görünce de dayanamayıp sıvıştı. Çünkü o çok korkak, çok pısırıktır. İnsanlara kötülük yapmak için yalnızca geceleri gelir. Karşısına güçlü, kuvvetli biri çıksa hemen kaçmanın bir yolunu arar...”
   Kam, bunları genç çobana anlattıktan sonra ellerini göğe kaldırmış: “Ey yüce Gök-Tengri! Beni, gece gezen ve insanları çarpan albızlardan koruyacağını biliyordum. Sana şükürler olsun...” demiş.

   Genç çoban, Kam Dogolon'a çıkınında bulunan ekmekten ikram etmiş. Sonra da obasına davet etmiş. Kam: “Çok isterdim çoban dostum. Hem seninle tanıştığıma da çok çok memnun oldum. Lakin benim yoluma devam etmem lazım. Gök-Tengri'nin benim için yazdığı kaderi kovalamam lazım. İşte bu yüzden duramam, dinlenemem” demiş. Çoban Tomo-Tayçak buna üzülmüş ama kabul etmek zorundaymış. Mahcup mahcup demiş ki: “Peki Kam Dogolon, dediğin olsun. Ben de seni tanıdığıma çok sevindim. Bu suyu ve ekmeği kabul et, yanına al. Yoksa içim rahat etmez.”
   Kam, gülümseyerek genç çobanın uzattığı çıkını almış. Teşekkür etmiş. Genç çobanla bilge kam kucaklaşmışlar. Tam vedalaşıp ayrılacakları sırada kam dönerek genç çobana seslenmiş: “Hey, çoban dostum... İhtiyar ninene söyle, ona çok minnettarım. O, çok bilge bir kadınmış. Tengri'nin sevgili bir kuluymuş. Ona minnettarlığımı ilet, olur mu?” demiş. Genç çoban da karşılık vermiş: “Tabi ki iletirim bilge kam... Hoşça kal, Tengri seninle olsun... Hoşça kal...” Kam da seslenmiş: “Hoşça kal genç çoban dostum... Tengri senin, ninenin ve oymağının yanında olsun... Bahtınız açık olsun...”

   Çoban Tomo-Tayçak, Kam Dogolon'u gözden kayboluncaya kadar izlemiş. Sonunda tepelerin ardında kaybolunca, o da atına atlayıp oymağının yolunu tutmuş.

   Kam ise, Tengri'nin onun için yazdığı kaderi yaşamak için yine yollara düşmüş. Bir elinde yarısı su dolu kırba, bir elinde ekmeği; yiyerek içerek yürümüş, yürümüş... Ta tepelerin, çayırların, ormanların ardınca gitmiş. Geceleri, gündüzleri kovalamış... Güneşle, ayla ve yıldızlarla konuşmuş... O yalnızca Tengri'nin bildiği alın yazısının peşinden, ömrü yettiği yere kadar yürümüş, yürümüş, yürümüş...  


* * * * *


Şine-us: Yeşil Su
Dogolon: Aksak
Tomo-Tayçak: Uslu Tay
Törütgen: Yaratan
Ogan: Güçlü, her şeye gücü yeten (Tanrı)
Har(Xar): Siyah
Albız: Şeytan


19 Kasım 2013 Salı

zifiri yalanlar içinde...



   Tercümanı yok ölü kelimelerimin. Hangi sözlüğe el atsam boş çıkıyor. Cenaze çıkmış bir eve dert anlatmak gibi, mezartaşlarından medet ummak gibi her şey... Ne ben konuştuğumu biliyorum, ne sözcüklerim hayat buluyor. Dilimden, canları uçmuş harfler dökülüyor sadece...

   Öyle bir zamanı yaşıyorum ki, katillerle kol kola dostlarım!.. Ben daha ölmeden, üstümdeki ceketi bile pay ediyorlar... Hainler, reziller, yalancılar; akbabalar bile sizden asil!.. Namert kelimesinin içindeki “mert” kadar bile mertlik yok sizde!.. Acıyın eğer acıma hissiniz kaldıysa kendinize...

   Yeminlerinizde bile bir “u dönüşü” seziliyor. Yalanlarınıza daima bir açık kapı var. İmanınız Firavun'dan, sözleriniz Şeytan'dan devşirme...

   “Midas'ın kulakları...” diye bağırmak istiyorum kuyulara... Özellikle de şahsiyeti eşekler duysun istiyorum. Yazık ki, onlar duysalar da umursamazlar. Çünkü gözlerinden giren ışık, dışarıya hırs yansıtıyor, çünkü dilleri yalan saçıyor, başları adaletten başka her şeye eğiliyor...

   Lanetlenmişlere lanet okumak boşuna... Dilimizin kelimelerini, meleklerin bile uğramaktan vazgeçtiği bu zavallılara harcamayalım...


son günah...



   Tanrısızlık diye bir şey yoktur. İnsanoğlu daima bir ilah bulmuştur kendine. Taştan putlar dikmiş, kütükten ilahlar oymuş... Yetmemiş gökteki güneşe tapmış, aya tapmış... Gün gelmiş, halkları kılıcının gücüyle ezenler kendilerini ilah ilan etmişler... İnanılan tanrının adı ve özelliği değişmiştir, ama varlığı daima sabit kalmıştır...

   Bugünse “para” denen yüce bir ilah, dünya insanlarını etkisi altına almıştır. Peygamberi kimdir bilinmez ama, inananları giderek çoğalmakta. Adına “banka” dedikleri mabetleri var. Oradaki papazlar, insanları bu yola çevirmek için imanla çalışıyor. Televizyonlarda, gazetelerde devamlı misyonerleri konuşuyor; insanları bu dine özendirmeye çalışıyor. Bir kitapları yok. Yazılı olmasa da tüm inananlarının yüreklerinde duydukları ve tekrarladıkları kutsal kaideleri var.

   Her dinin, vadettiği bir cenneti vardır; bir de cehennemi... Bu dinin cenneti de cehennemi de bu dünyadadır. İnsanlar, odununa “borç” dedikleri dumansız bir ateşte yanar dururlar. Buradan kurtulmanın tek çaresi, borca borç katmaktır. Bu dinin ilk farzı; para kutsaldır ve onu kazanmak için her yol mübahtır...

   Her dinde olduğu gibi bu dinin de yüzyıllar içinde mezhepleri oluşmuştur. En çok taraftar toplayanları; Emperyalizm, Kapitalizm, Siyonizm gibi farklı isimler almış oluşumlarıdır... Bunların en büyük gücü, “Yüce Para”ya tapan, şuursuz milyonlardır.

   Dinler tarihiyle ilgilenenler, bence bu yeni dini de araştırmalılar. Bu gidişle Yahudilerin Yehova'sı da, Hristiyanların Kutsal Baba'sı da, Uzak Doğu'nun Buda'sı da bu yeni tanrının gölgesinde kalacağa benziyor...


* * * * *





Bu ironiden Yüce Allah tenzih edilir... 


18 Kasım 2013 Pazartesi

göğe merdiven



   Mümkün mü ey Şaman, başka bir dünyaya gitsek... Kaldırsak kollarımızı ve gökyüzüne yükselsek... Oradan düşsek hayaller ülkesine; başkenti Hanbalık olan...

   Sen de bıktın mı tüm bu yalanlardan ey Şaman!.. Sen de usandın mı maskeli balolardan... Öyleyse gel kaçalım bu kapaksız hapishaneden. Bizim duvarlara ihtiyacımız yok. Bizim elektrik lambalarına, asfalt yollara, pis kokulu bu şehre ihtiyacımız yok. Gidelim, iyi atlarına atlayıp giden iyi insanların ülkesine. Gidelim, kimseye haber vermeden...

   Birkaç yalan betimleme, güzelliği perdeleyen tasvirler; hepsi bu kadar... Bu is kokulu cehenneme mecbur değiliz biz... Sanatı kendimiz yaratır, kendimiz yaşarız... Kendi bahçemizde uyanırız nemli sabahlara... Kendi çatımızı onarırız kendi ellerimizle... İstediğimiz renge boyarız duvarları; başkalarının istediği renge değil... İstersek caddeleri de boyarız yeşile, maviye, kırmızıya...

   Sen de tiksiniyorsun biliyorum ey Şaman!.. Sen de iğreniyorsun bu ifadesiz yüzlerden. Her biri bozuk parayla çalışan birer makine, her biri teker teker renkli banknot... Obez cüzdanlar, gıcır gıcır hayaller; gerçek yalanlar, cılız düşler... Budur işte idealsizlik ideali!..

   Ey Şaman, ey kardeş!.. Mümkün mü başka bir zamanda doğmak? Şansımızı başka evrenlerde kullanmak mümkün mü? Ey göğün Tanrı'sı!.. Günahkarlar için cehennemi yarattın. Peki dünyaya ne hacet!..


11 Kasım 2013 Pazartesi

yalnızlık soğuktur...



   Üşüyorum... Üstüm başım çiy taneleriyle ıslanmış... Rüzgar, arada eserek kendini hatırlatıyor. Gecenin ayazı tepemde akbaba gibi dikilmiş adeta. Gökteki bulutlar gecenin renginden de koyu, ama yağmur bırakmakta kararsız gibiler... Öylece mıhlanmışlar gökyüzüne...

   Üşüyorum, aslında soğuktan değil; yalnızlıktan... İnsan en çok yalnızlıktan korkar, en çok yalnızlıktan üşür; bilmediğim şey değil... Yalnızlıktan titreyenleri ne sobalar ısıtabilir ne şehrin cayır cayır yanan ışıkları... Sokak köpekleri bir duvarın dibinde büzülsün, kediler aralarında bölüşemedikleri yemek için dalaşsın; evsizler, evden kovulanlar, otelde kalacak para bulamayanlar, nemli park oturaklarında sızsın... Sen onlarla birlikte, ama onlarsız bütün geceyi sokaklarda geçir...

   Ayaklarım yürümekten dermansız düştü. Ayakkabımın içi suyla dolu, parmaklarım büzülmüş halde yolları tepiyorum. Nereye gittiğimin önemi yok. Zaten bütün sokaklar birbirine benziyor... Kaldırımlar her yerde aynı, çöp tenekeleri her sokakta pis kokulu, sokak başları her defasında ıssız... Sevimsiz şehir, geceleri böylece daha da sevimsiz...

   Kendimi, gece kaldırımlarda dolanan şairler gibi hissetmek istemiyorum. Necip Fazıl'ın “Kaldırımlar”ını unutsam, hele Haşim'i hiç okumamış olsam... Otuz beşime geldiğimde Cahit Sıtkı'yı hiç hatırlamasam...

   Tüm okuduklarımı, hatta aklımı da sana vereyim Tanrı'm; sen de bana huzurumu geri ver!.. O saf, temiz, tasasız çocukluk günlerindeki gibi... Okuldan kaçıp parklarda oynamak gibi... Komşu bahçelere girip meyve aşırmak ve yakalanmamak gibi... Ağlamak, sonra niçin ağladığını unutmak gibi...  


6 Kasım 2013 Çarşamba

dilim dilim...



   Acaba doğruları mı söylemeliyim, insanları mı memnun etmeliyim? Düşüncelerim insanları kırar mı? Dilim, beynimin ve yüreğimin konuştuğu lisandan anlar mı?

   Dilim çok açık sözlüdür. Ketum yüreğimin sakladığı her sırrı, fazladan bir cömertlikle dağıtır. O kadar kalın söyler ki inceltemezsin. Bazen o kadar incelir ki; inceldiği yerden kopuverir... Bazen - kendince - doğruyu söyler, bazen de öyle eğilir ki doğrultamazsın...

   Dilim kibarlıktan pek hoşlanmaz; zaten anlamaz da... En bayağı lisanla hitap eder karşısındakine. Yüreğin bütün dertleri, kafanın bütün ağrıları, midenin bütün sancıları hep dilin aymazlığı yüzündendir. Emniyet kilidi olmayan bir tabanca gibidir o; dört bir yana kurşunlarını saçar. Kabzasından tutamazsın; kemiği yoktur çünkü...

   Hep “nefsini terbiye et” derler. Dil söylemese, insanın içindeki kasırgaları kim bilecek? Düşünmek suç değil ya... Lakin dil, dedikoducu mahalle karıları gibi her düşüncemizi yaymaya, en gizli hislerimizi ayyuka çıkarmaya bayılır... Bu yüzden en tehlikeli uzvumuz; ne el ne göz... En tehlikeli uzvumuz dildir...

* * * * *

   “Budur cihanda en beğendiğim meslek: / Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek.” diyen Mehmet Akif de dilinden çekmiş midir acaba? Çekmemiş olması imkansız; çünkü dilini yüreğinden geçen doğruları söylemeye alıştırmış. Bu yüzden sözlerine alınan da olmuş, kızan da, lanetler okuyan da...

   Dil, kimileri için silahtır; bazen kendini, bazen milyonları vurur... Dil, kimileri için şiirdir; bazen kendini oyalar, bazen dünyaları mest eder... Dil, kimileri için de Tanrı kelamıdır; anlamı lisanları aşar...

   Dil, hem kurtuluşumuz hem belamızdır. Ah bir kullanmayı öğrenebilsek!..


4 Kasım 2013 Pazartesi

gözün gördüğü...

ressam: Eşref Armağan


   İlkokulda okurken, okulumuza konser vermeye iki kör sanatçı gelmişti. Biri org, diğeri kemanla müziklerini icra etmişlerdi. Göremedikleri halde, o enstrümanları çalmaları beni epey şaşırtmıştı. İlk defa o zaman düşünmüştüm; acaba görememek nasıl bir histir diye...

   Evde, kendi kendimi denemiştim. Gözlerimi kapayıp küçücük evde yolumu bulabilecek miyim diye merak etmiştim. Yolculuğumu, odamdan başlayıp salonda bitirmeyi planlamıştım. Odamdan çıktım, koridoru geçtim. Ufak ufak adımlarla, oldukça temkinli yürümeye gayret ediyordum. Kısa maceram, salonun kapısını açık unutmam yüzünden başarısız sonuçlanmıştı. Açık kalan kapının sivri ucuna çarpmamla beraber yeniden görmeye başladım...

   Yıllar sonra, üniversitede bir hocamın tavsiye etmesiyle aldım o kitabı: Bitmeyen Gece... Kitap, Mitat Enç'in gerçek yaşam hikayesi; hem de kendi kaleminden. İlk başlarda, göremeyen bir insanın yaşadığı dramı, hayal kırıklıklarını okuyacağımı sanmıştım. Gerçek ise bambaşkaydı... Mitat Enç, daha genç yaşta uğradığı talihsiz hastalık yüzünden göremez olmuştu. Ama hayata çok çabuk sarılmış ve kaldığı yerden yaşamına devam etmişti; hem de birçok insandan daha iyi ve verimli bir şekilde...

   Bu kitaptan sonra tekrar düşündüm. Acaba ben de Mitat Enç gibi genç yaşımda görme yetimi kaybetsem ne yapardım? Görebiliyorken görmez olsaydım ne hissederdim? Nasıl yaşardım? Düşünmesi bile, idraki bile zorken bunu bizzat yaşamak, benim gibi bir bünyeyi kim bilir nasıl sarsardı... Galiba, Tanrı'ya ciddi ciddi şükrettiğim tek an o andır...

   Göz görmezse gönül katlanır mı gerçekten? Görmeden de bu dünyaya katlanabilir miydim, bilmiyorum... Lakin engelli insanları anlamak, çevremize daha duyarlı yaklaşabilmek adına bu ve benzeri yapıtları okumak lazım diye düşünüyorum.


3 Kasım 2013 Pazar

büyümek neyse...



Öylesine böylesine bakmadık;
Öyle baktırdılar, böyle baktırdılar.
Hayatı tutarken elimizle,
Bıraktırdılar...

Abbas Sayar

* * * * *


   Çok iyi hatırlıyorum; birbirimize korkunç hikayeler anlatırdık geceleri. Beş on çocuk toplaşır, karanlığa dair, hayaletlere, hortlaklara dair hikayeler uydururduk. Her birimiz ayrı bir hikaye sallardık işkembeden. Yine de herkes inanırdı her anlatılan şeye...

   Hikayeler, gece yatağa girince gerçeğe dönüşüverirdi. Cama çarpan ağaç dalı, rüzgardan kalkan perde, gıcırdayan kapı, pencere kenarında dolanan kedinin ayak sesleri... Küçücük hayal dünyamızda, her küçük ayrıntı daha da büyürdü. Yorganı başımıza çeker, uykumuzun gelmesi için Allah'a dua ederdik. Zaten bütün korkular da güneş doğana kadardı...

   Her geçen yılla birlikte, insanın yaşına bir yaş daha ekleniyor. Sayılar büyüdükçe, çevremizdeki her şey küçülüyor adeta... Sonra, hayal gücümüz de küçülüyor. Yıllar yılı devamlı küçülmeye devam ediyor; ta ki yok olana dek... En sonunda, geceleri karanlıktan korkmamaya başlıyoruz. Yeri geliyor, dualarımızı bile unutuyoruz endişelerimizle birlikte... Belki de yıllar sonra anlıyoruz, korkmanın ne güzel bir şey olduğunu...

   Yıllar sonra, yağan yağmura da şaşırmıyoruz, düşen kara da... Çizgi filmlere de gülmüyoruz... Hislerimizi, ağaç dallarını budar gibi tek tek koparıyorlar sanki... Her şeye alışıyoruz en sonunda; ölümlere bile...