VBB

31 Ağustos 2013 Cumartesi

İnsanız... insan...




   Çocukken, bir şey istediğimiz zaman ağlardık. Gözyaşlarıyla anlatırdık isteklerimizi...
   Sonra büyüdük ve ağlamak yasaklandı bize... Tanrı'ya yakarırken bile ağlayamıyoruz. Neden? Ya gözyaşlarımıza olan güvenimizi yitirdik ya da Tanrı'ya...
   Ağlamak acizlik olarak öğretildi bize. “Erkekler ağlamaz” düsturuyla yetiştirildik.
   Peki kadın ağlar mıydı? Ona da bu hak tanınmadı. Çünkü erkeklerce, kadın zaten yaratılıştan “aciz”di, “küçük”tü... Bir de ağlayarak acziyetini perçinlememeliydi!.. Evladını bile kaybetse, dimdik ayakta durması beklendi ondan...

* * *
   Nankör insanoğlu, kendisine itaat edene “köpek” dedi. İtaat etmeyene ise “nankör kedi”...
   İnsanoğlu, kendisine benzemeyene “insanlık” vasfı yakıştıramadı bir türlü... Ona göre ya “ben” vardı evrende ya “öteki”...
   Kurnazlar “tilki” oldu, saflar “balık”... Akıllılar “cin” oldu, aptallar “kuş beyinli”... Ama insanoğlu bilemedi ki kainat da ona bir sıfat yakıştırmıştı bile; “insan olmak”...

   İnsan olmak; üretmeden tüketebilme hakkını kendinde görebilmekti.
   İnsan olmak; yaratmadan öldürebilme hakkını kendinde görebilmekti.
   İnsan olmak; düşünme hakkına sahip olmak ama düşünmemeyi seçebilmekti.
   İnsan olmak; diğer tüm yaratılmışlara hükmetme cüretini gösterebilmekti...

* * *

   Elimizde sadece ağlama hakkımız kaldı. Bizse, bu hakkı da kendi elimizden alıp yok ediyoruz... Zaten tamamen kapanmış ve görmez olmuş gözlerimizdeki son hayat damlasını da yok ediyoruz!.. İçimizdeki, ruhumuzdaki son yaşları da içimize akıtıyoruz. Dünyadaki cehennemi kendi ruhumuza, derinimize taşıyoruz.


   Haydi, itiraf edelim; kendi kendimizin katili biziz!.. Kendi kendimizin şeytanı biziz!.. Kendi kendimizin çukurunu kazan ve cehennemimizi yaratan biziz!.. Yine biziz... Hep biziz...





*  "Ruh Adam"a...



Konuş... Hadi, bağır içinde ne varsa dışarı!...

Susma... Sen, konuştukça daha da batıyorsun onların gözüne!.. Seni görmemek için yok sayıyorlar varlığını. Hiç olmamışsın gibi adını silmeye yelteniyorlar takvim yapraklarından... Sözlerini, cümlelerini silmeye çalışıyorlar kocaman silgileriyle!..

Şimdi tam vaktidir dirilmenin mezardan!.. İşte şimdi tam zamanıdır doğrulmanın gömüldüğün yerden!.. Doğrul, yüksel; haykır varlığını!.. Sok gözlerine!..

Kundaktaki bebekten, sakalı ağarmış dedeye kadar aldattılar hepimizi... “Var” diyemedik hiç; hep “yok” çıktı ağzımızdan... Biz senin ruhuna, mirasına, vasiyetine tükürdük; sen affettin bizi!.. İşte şimdi dirildin ve intikam alıyorsun yalan tarihten!.. Sayfa sayfa yırtıyorsun yapraklarını kitapların; yeniden yazacaksın...

Yeniden yazacaksın sana vadedilen gerçeği... Bu kez öyle bir yazacaksın ki tarihi, bir daha bombalar bile silemeyecek diktiğin heykelleri!.. Biz de tapılan putları yıkıp, kaidelerine yeni dünyamızı dikeceğiz...

. . . . .

Konuştun... Yeniden işledi fabrikalarımız, tüttü bacalar... Fikirlerimize güneş doğdu, yeniden sağlığına kavuştu bütün ruhlar...

Susmayacak bundan böyle yer ve gök!..
Yalnızca gerçekleri haykıracak ve sadece Tanrı'nın adını tespih edecek!..

İnandığımız Tanrı'nın... Bizim inandığımız Tanrı'nın!..



30 Ağustos 2013 Cuma

Baba ve oğul



   Bir zamanlar uzak bir ülkede, hırslı bir genç varmış... Genç, babasını hiç beğenmez, onun her hareketinde olumsuz ve gülünç bir yan bulurmuş. Babasının “artık eskimiş olduğunu” düşünür ve “asla onun gibi olmayacağını” söylermiş... Bu genç, daima zavallı babasından çok daha akıllı, zengin ve mutlu olacağını düşünürmüş. Babasının bu hayatta yapmış olduklarını aşağılar ve tümünü bir hatalar zinciri olarak görürmüş.

   Bu hırslı genç yıllar sonra, aynı babası gibi bir adam olmuş... Babası ölmüş olmasına rağmen, o sanki bir miras gibi babasının varlığını devam ettiriyormuş. Tabi farkında olmadan!..

   Derken bir gün yanına kendi oğlu gelmiş ve adama: “Baba, ben senin ve dedemin yaptığı işi devam ettirmeyeceğim... Ben çok daha zengin ve saygın biri olacağım. Artık seni terk ediyorum” demiş... Kapıyı vurup evi terk etmiş...
   Yıllar sonra, evi terk eden oğul geri dönmüş... Baba, hiçbir soru sormadan, dönen oğluna kızmadan ve onu yargılamadan yanına geri kabul etmiş. Birlikte ata mesleğini yapmaya devam etmişler...

. . . . .

   Böylece nesiller boyu her oğul babasına isyan etmiş, baş kaldırmış... Babalarına benzememek için oğullar evlerini terk etmiş. Kaçmışlar, farklı yerlerde, farklı işlerde vakit harcamışlar... Amma velakin her oğul, babasına benzemek zorundaymış...

   Kendilerini dünyaya getirmiş bu adamlara ne kadar kızsalar da sonunda onların bir parçası olduklarının farkına varırlarmış...

   
   ... Ve her oğul, kendisi de baba olduğunda şunu anlarmış: “Dünyanın en mükemmel babası benim babamdı ve dünyada olabilecek en iyi şey onun gibi olabilmekti!..”



29 Ağustos 2013 Perşembe

Sanatın ruhu...



   Her insan, kendinde iki insan barındırır: Birisi dış bedeninde, diğeri ise ruhunda saklıdır.

   İnsanın dışı, içine nazaran değersizdir. O derece basit ve yüzeysel yaratılmıştır ki cerrahlar bile üzerinde tanrıcılık oynamaya cüret ederler.
   İnsanın içi ise bugüne kadar asla keşfedilememiş kayıp bir galaksi gibidir. İnsan ruhunda milyonlarca güneş vardır; kimileri ömrünü tamamlamış ve sönmüştür, kimileri de hala yaşamaktadır. İnsanın ruhu o kadar derin ve gizemlidir ki, bu yüzden ona ulaşabilmek, uzayda seyahat etmekten daha zordur.
   Ruhumuza hiç bir makyaj, hiç bir gençlik iksiri tesir edemez. O, ancak yüksek duygularla, faziletli bir yaşamla nefes almaya devam edebilir. İşte bu yüzdendir cebi dolu olan çoklarının ruhundaki ölü gezegen yalnızlığı: Artık o ruhta hiçbir organizma yaşayamaz.

   İnsan ruhunu beslemenin en güzel yolu ise sanattır. Sanatsız insan, yüksek duygu ve düşüncelere ulaşamaz. Sanatsız bir beden, içinde “doyurulacak bir mide”den ibaret bir metabolizmadır.
   İnsanın ise evimizin köşesinde beslediğimiz evcil hayvanlardan farkı olmalıdır. İşte bu fark, sanatla ortaya çıkacaktır: Ahlak, fazilet, dürüstlük, erdem, doğruluk...

   Bu yüzden değil midir sanatçılar toplumu yükseltmişlerdir... Bu yüzden değil midir kutsal kitapların bile dili edebiyata göz kırpacak kadar şiirseldir...



26 Ağustos 2013 Pazartesi

Kitap okumak...




   Keşke ülkemizde, “ayakkabıya verdiğim paraya acımam” diyen insan kadar; “kitaba verdiğim paraya acımam” diyenler de olsaydı...
   Ülkemizde kitap okuma oranı az, evet... Yok şu ülkede kişi başına şu kadar kitap düşer, gibi istatistiklere bile gerek yok; okumadığımız yaşam şekillerimizden bile belli!..
Eskiden kitap okuyan gençlere; “fazla okuma kafan karışır” diye çıkışırmış büyükleri... Bu “kafası karışma” durumu, aslında gerçeği anlamaya yaklaşma halidir. Tabi insanların çoğu bunu kaldıramayacak ve karşısındakine “deli” muamelesi yapacaktır... Bu yüzden okuyan gençler ya “anarşik”likle ya “boş işler”le uğraşmakla, daha fenası yer yer “teröristlik”le suçlanmıştır.
   Bu saldırılar kız çocuklarına daha da yoğun ve serttir. Çünkü okuyan kız asi olur, kocaya itaat etmez, “feminik” olur!.. Tüm bunların sonucunda da ya “evde kalır” ya da “orospu” olur!..
   Bu yazdıklarım kesinlikle abartı değil; bundan sadece 20 yıl önce durum açıkça böyleydi. Tabi şimdi de çok değişmiş sayılmaz.
   Hala okuyan insanlara “anarşist” ve “düzen bozan” gözüyle bakılmaktadır. Hem de bu yargılamaların “sağ”ı “sol”u da yok... Okuyan ve kitaba yönelen her birey, bu ve buna benzer tepkilerle karşılaşacaktır: Okuyan bir solcu genç, teröristlikle suçlanabileceği gibi; sağcı bir genç de beyni yıkanmakla ve yobazlıkla suçlanabiliyor...
   Üniversite sıralarında gep gep gerinerek; “ben dört yıl boyunca kitap okumadım, okumam da hocu mocu...” diye konuşan “sıpa”lar da var günümüzde!.. Edebiyatı ve edebiyatçıları “entel-kuntel” sıfatlamasına indirgeyenler de var...
   Koskoca Büyük(!) Millet(!) Meclisi'ndeki milletvekilleri(!)nin nutuklarını izledikçe veya okudukça, aslında ülkemizin seviyesinin nerelerde olduğunu görebiliriz. Okullarda öğretmenler kahve ağzıyla öğrencileriyle sohbet ederse, anne babalar kitap okuyan çocuğa “kaldırım mühendisi” muamelesi ederse, televizyonlardan bakanlar, devlet erkanı devamlı “cehalet”i ve “yobazlık”ı alttan alta körüklerse; ülkemizde gençlikten ileride ne bekleyebiliriz?
   Üstüne başına, kotuna beresine, makyajına önem verdiği gibi herkes beynine ve ruhuna da önem vermelidir. Ruh, ancak edebiyatla yükselebilir. Beyin ise ancak kitap okuyarak ve araştırarak işe yarar bir organ haline gelebilir.
   Atatürk gibi büyük bir adam bile başarısını “gençliğinde, iki lirasından birini kitaba vermek”le kazanmıştır.

   Lütfen, “en büyük kitap” Kuran'da da dendiği gibi “Oku”yalım... Anlayarak, bilerek, düşünerek yaşayalım. İrdeleyerek, araştırarak, ilmi “Çin'de bile olsa” arayarak yaşayalım.



24 Ağustos 2013 Cumartesi

'Pardon' mu?



Geçenlerde, sokakta yürürken bir dilenci gördüm. Dilenci, karşısındaki adama birşey söyledi, sonra "pardon" dedi. Bunu fazla irdelemedim. Daha sonra yine sokakta yürürken, sokakta yaşadığı, evsiz olduğu belli olan bir adamla karşılaştım. Adam yere bakarak yürüyordu. Karşıdan gelen birisiyle omuz omuza geldi, özür dileme babında "pardon" dedi. Ha, diyeceksiniz bunları niçin anlattın arkadaşım?

Son zamanlarda, çocuklardan yetişkinlere, zengininden fakirine, yabancı dil bileninden bilmeyenine, entelinden halk adamına kadar herkes bu Fransızca kelimeyi kullanır oldu.
Eskiden (şöyle 5o'li 6o'lı yıllar...) bu kelimeyi yalnız enteller ve Avrupai davranan sonradan görmeler kullanırdı!.. Şimdiyse herkes kullanıyor. Sadece "pardon" da değil... Her türlü yabancı, yapyabancı kelime ağızlarda dolaşıyor. Neden peki?

İnsanların nefsine belki de "özür dilerim" ya da "affedersiniz" demek ağır geliyordur. Onlar da yabancı dilin insana verdiği serbesti duygusuyla bir "pardon" çakıveriyorlar!

Sırf daha kibar olacağız diye "hela"mızı, "abdesthane"mizi "toilette" yapmadık mı? Kibarlık uğruna "misafir odası" "salon" olmadı mı? Evimizde bile Türkçe birşey kalmadı! Antre, corridor, balcon, office... Çocuklarının ismini, sırf ileride yabancı dilde yazarken zorluk çekmesin diye "ş, ç, ğ, ü, ö" harfleri olmayan isimlerden seçen manyak ana babalar var!.. Örnekler acı ama daha da çoğaltılabilir...

Sokakta duyduğum bir "pardon"dan sonra bunları düşündüm; şimdi de oturdum, yazdım. Ben yazarım, Ahmet yazar, Mehmet yazar; koca doctor'lar professour'lar yazar... Biz de okur, hak veririz.

Lakin yine de bu "ecnebi" kelimeleri kullanmaya devam ederiz. Bunun tek bir çözümü var. Sen, ben, o; evde, sokakta kendini kasıp, Türkçe kelime bularak, konuşarak olmaz. Koskoca devlet var, “Türk Dil Kurumu” var...

Bu işlere artık yüksek makamlar el atmalı. Sonuçta o TDK, "computer"i "bilgisayar" yapmasaydı bugün "computer" başında vakit geçiriyor olacaktık! Yani, her kelimenin Türkçesi vardır. Çünkü, Türkçe -kanıtlanmıştır ki- dünyada kelime türetebilme kabiliyeti en fazla olan dillerdendir (sondan eklemeli olmasının bir ürünü). Bu yüzden, eğer dilimizde varsa, mutlaka o kullanılmalıdır. Meclis "kabine" olmamalıdır, özel okullar "college" olmamalıdır.


Benden bu kadar vesselam...


* Bu yazı, 24.05.2012 tarihinde yazıldı...



Gerçek masallar...



Masallar insanlar içindir... Yaşı kaç olursa olsun herkes bazen duymak ister; yalnızca duymak istediklerini...
İnsanların masallara ihtiyacı vardır, inanmak için... İnsanların şiirlere de ihtiyacı vardır, arada sırada avunabilmek için... Şarkılara herkesin ihtiyacı vardır, duymak istediği sesleri işitmek için... Bu yüzden insanlar masalları, şiirleri, şarkıları severler ama yazarları kimse sevmez... Yazarlar hep yalnızdır, kimsesizdirler bir köşede...

Aslında acımasız bir kısır döngüdür bu; yazarlar yalnızlıktan yazmaya başlarlar, diğer insanlar da yalnız oldukları için okumaya...

Ağaçlar gibidir yazarlar... Herkes bir elma koparır ama kimse dönüp de ağaca teşekkür etmez!.. Çünkü “bu onun görevi”dir!.. Ağaç meyve vermezse başka ne işe yarar!..

. . . . .

İnsanlar yaşı ilerledikçe daha da ihtiyaç duyarlar masallara; daha da sarılırlar şarkılara... Masallar onlara “ab-ı hayat” der; şarkılarsa “nerede o gençlik!..”

Yoksa sanat bir kandırmaca mıdır? Bir avuntu mudur? Teselli midir hem okuyana hem yazana... Yoksa sadece herkesin dilediğini gördüğü boş bir duvar mı?

Sanatçı yalnızdır, cebi deliktir... Çünkü bu işin doğası böyledir!..

Her ruh bir antlaşma yapar Tanrı'yla... Bu yeteneği seçenler, dünyada hep kimsesiz kalacaklar ve hep dışlanacaklardır!.. Ta ki öldükleri güne kadar!..


Eğer o kişi gerçek bir sanatçıysa, öldüğü zaman sanatının üstündeki perde kaldırılır ve insanlara gösterilir... Böylece gerçek sanatçı öldüğü zaman ancak sanatı doğmuş olabilecektir!..



23 Ağustos 2013 Cuma

Hayatın fanusuna koymuşuz kendimizi, balık hafızasıyla yaşıyoruz...
En çok da bize edilen ihanetleri unutuyoruz...
Dostumuza düşman, düşmanımıza dost diyoruz...
Gözümüzün önünde kıvrananları görmüyor; sahte peygambercilik oynayıp dünyayı kurtarıyoruz(!)...
Emeklemeden yürümek, yürümeden koşmak istiyoruz...
Çürük elmanın (s)empatisine kapılıp nice ormanı yakıyoruz...

Geçmişteki güzel günler zaman aşımına uğramış; bizden anılarımızı bile esirgiyorlar...
Dünyayı cennet sanıp hayallerin sahteliğinde doyuyoruz...
Ellerimizle kazıdığımız gerçekleri unutuyor; başkalarının gözlerindeki hülyalara sarılıyoruz...
Ve her şeyi mubah sayarak göklerin merhametine sığınıyoruz...
Ey Tanrı'm; galiba biz çok oluyoruz!..



22 Ağustos 2013 Perşembe

Kökler ve dallar...

Zamanın çöplüğüne atalım anılarımızı. İleriye bakmak için geçmişin pasını sökelim. Her şeyi geride bırakalım da yalnız ibretleri yanımıza alalım.
   Torbamızı yenilgilerimizle, hatalarımızla, eksiklerimizle dolduralım. Zamanı gelince altın çerçeveli o geçmiş aynasıyla bakalım cevap bekleyen suratlarımıza… Tarihimiz utanç verici bir şekilde tekerrür etmesin artık. Bir kere kazıdığımız ders olsun torunlarımıza taşlarda…
   Atlarımızın nalları söküldü, kırbalarımızda suyumuz bitti. Sonunda başımıza güneş de geçecek… Çoğumuz acısız bir ölüm için yalvaracak. Evimize; kendimize geri dönelim. Bizim o yaban ellerde ne işimiz var? Anladık ki gurbetler bize göre değil…
   Hiç düşündük mü? Tarih kitapları gerçekleri mi yazar? Yoksa yalnızca bizi mutlu edecek zaferleri mi? Bu yüzden düşünmeliyiz geçmiş yenilgileri de… En acılarını bile… Çünkü insanlar mutluluklarıyla değil üzüntüleriyle yücelirler, pişerler. Daha ileriye adım atabilmek için kendilerinde kuvvet bulurlar.

   Zirve daima kaygandır. Orada durmak için hazırlanan değnek, ancak geçmişin kalın ağacından yontulabilir. Ayakların zemine sağlam basması lazımdır; aynı köklerini toprağın derinlerine saplamış bir çınar ağacı gibi…

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Tişört, bayrak, moda ve diğerleri...

   Nedir bu her gün sokakta karşılaştığım durum? Genç arkadaşlarımın üstünde ABD, Birleşik Krallık, Kanada, Avustralya vs. çeşitli ülkelerin bayrakları... Özellikle de Amerikan ve İngiliz bayrakları...
   Bunları basan kim? Satan kim? Alan kim? E, biziz... Yerli üretim, yerli pazar, e yerli alıcı... Peki neden dünyayı sömüren, masonik Amerika'nın ve modern firavunların ülkesi olan İngiltere'nin bayrakları özellikle tişörtlerin üstünde? Modaymış, estetik görüntüymüş...
   Başka ülkenin bayrağının olduğu özellikle tişört, çanta, ayakkabı, bileklik, şapka gibi objeleri kullanmamakta hassasiyet göstermeliyiz. Biz, neden başka ülkelerin milli sembolünü taşıyalım ki? Hele hele de ABD ve İngiltere gibi başat Türk ve İslam düşmanı ülkelerin!..
   Bu tür nesneleri üzerinde taşımaktaki amaç nedir peki? Modern görünmek mi? Yoksa o ülkeye özel bir sempati duymak mı? Sıradan semt pazarlarında bile tanesi 3-5 liraya satılan tişörtlerde, şortlarda, eşofmanlarda hatta çoraplarda bu yabancı bayrakların bulunması, hepimizi düşündürmelidir. Hele de bunların satın alınması ve hiç utanılmadan giyilebilmesi... Bir de biz sözde anti-emperyalist, anti-kapitalist geçiniriz... Hani, hiç sokakta Abd bayraklı obje taşıyor diye – kibarca bile olsa – uyarılan var mı? Yok, çok estetik görünüyormuş... Yok, sadece tişörtmüş, önemsenmemeliymiş...
   Bunların yanında “New York” yazılı her türlü eşya – özellikle şapkalar – çokça tercih edilen objelerdir. Bu da sakıncalıdır. Bilmeyenler de öğrensin; New York hem Amerikan emperyalizminin ve sömürüsünün kalbi, hem yahudi ve İsrail işbirlikçisi banker ve para babalarının başkentidir. Başka bir deyişle emperyalizmin “Big Apple”ıdır... Bu yüzden Abd'nin başındakiler için bu şehir maddi-manevi önem arzeder.
   Çevremizde bu tür objeleri taşıyan ve hassasiyeti körelmiş olan yakınlarımızı uyaralım. Kesinlikle ecnebi hayranlığının modernlik, çağdaşlık, moda olmadığını anlatalım.
   Eğer Türk bayraklı, Atatürk'lü tişörtler giyen arkadaşlarımız “faşist, şoven” olarak damgalanıyorsa; bu yabancı bayraklı tişörtleri giyenleri de ben bizzat “sömürge ruhlu, mankurt, kara cahil, aptal” olarak damgalamakta özgürüm!..

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Çile...

   Ey uyuyan arkadaş!..
   Ne bu hamam gerçek, ne bu tellak!.. Ruh yıkanmakla arınsaydı eğer cehennem bu kadar dolu olur muydu?
   O derece dolacak ki azap yurdu; Şeytan bile: “Bana yer kalmaz...” diye sevinecek!.. Ama sen sevinme sakın... Cehennemde herkese yer var... Çünkü Tanrı'nın cenneti sonsuz olduğu kadar gazabı da sınırsızdır!..

   Bekleme bu dünyada kirine bir su döken olsun... Kimse bakmaz başkasının derdine, vebaline... Herkes kendi günahıyla hercümerç...

   Bekleme mürşit kendinden başka!.. Seni senden başkası ölçüp biçemez... Nefsini senden başkası söküp dikemez... Senden başkası kalıba sokamaz ruhunu... Yalnız sensin kendinin terzisi, mimarı, kılavuzu...

   Nasıl ki insan, cennetini bir başkasıyla paylaşmak istemez; işte cehennemi de öyle paylaşamayacaksın... Orada herkes yalnızdır... Herkes kendi zincirini taşır; herkes kendi ipini çeker!.. Ne ana evladını tanır ne evlat babasını... O yüzden kimseden lütuf beklemeyesin... Sana kurtuluşu ancak sen hediye edebilirsin!..

   Uyan artık uyuyan arkadaş!.. Son Peygamber de Tanrı'ya ulaştı... Artık ahire dayandı dünya; zaman daraldı... Aklını başına al ve ruhunu bu bataktan kurtarmaya bak!..

   Altmış yıllık ömür için sonsuz ahireti feda etmek niye!.. Sürün, parçalan, derbeder geçsin günlerin!.. Bu kadar günahı ancak gözyaşı siler... Bu kadar vebali ancak çile temizler...


   Katışıksız, saf ve ulvi çile!.. 

Medeniyet dediğin...

Biz şımarık çocuklarıydık babamızın;
Tek derdimiz, koşup oynamaktı bahçelerde...
Bir gün demir dişli bir canavar girdi düşüncemize ve oynadığımız neyimiz varsa söktü götürdü...
Yeşilliklerin yerinde gökdelenler, çocukların yerinde otomobiller bitti.
Otomobiller koşuşmaya başladı artık oyun alanlarımızda, kendilerince...

Yozlaşmış bahçemize medeniyet pınarı akmıştı sanki:
Gri duvarlar, gri yollar, gri gökyüzü, gri çehreler...
Medeniyet çiftliğinin damızlık işçisiydi artık herkes; anne, baba, çocuklar...
Giyinin renk renk tulumları!..
Bıyıklı adamlar, bıyıksız adamlar, güzel kadınlar, çirkin kadınlar, zengin adamlar, fakir adamlar... Giderler bir aşağı bir yukarı...

İnsan aklı bu ya!.. İndirdik gökteki mağrur tanrıyı, tıktık cam fanusun içine!.. İzledik, alay ettik akşam sabah...

Kazandığımız kağıtların üstündeki rakamlar değerince sevdiler bizi...
Rakamlar arttıkça uzadı boyumuz, gürleşti sesimiz...

Sanıyorduk ki dümen bizim ellerimizde!..
Biz Tanrı'yla, Şeytan bizimle, Tanrı hepimizle alay ediyordu!..

16 Ağustos 2013 Cuma

Zaman

Zaman, şartlara göre görecelidir;
İnsan yalnızken, sanki yelkovan kazık çakar olduğu yere!
Dostlarlayken ise su gibi kayar gider avuçlarından, tutamazsın ki...

Zaman, insanoğluna oyun oynar;
Yalnızca tek tarafın eğlendiği bir oyun...
Gün olur saniyeleri tek tek sayarsın,
Gün olur bir de bakmışsın yıllar geçmiş, yetişememişsin...

Şimdi nasıl zaman?
Hızlı mı? Yavaş mı?..
Eğer gençsen çok hızlıdır ama sen farkına bile varamazsın.
İhtiyarladıysan, az zamanın kalmış demektir

Ve sen her saniyeni son anınmış gibi zihnine nakşederek yaşarsın...