VBB

27 Aralık 2013 Cuma

Umay-Ana




   Kadim bozkırda göz alabildiğine bir boşluk vardır. Ufukta tek bir ağaca, tek bir su birikintisine rastlanmaz. Günlerce yürürsünüz, at koşturursunuz ve en sonunda ufak bir dereyle karşılaşırsınız. Şansınız varsa mevsimlerden bahardır. Çünkü üç mevsim ya kuruyarak ya donarak akmayı bırakan derecik, ancak bu mevsimde çağıldayabilmektedir.
   Bu sevimli derenin hemen solunda ufak bir tepe vardır. Bu tepeye hakim tek bir çınar ağacı, bozkırdaki göçmen kuşlara menzil vazifesi görmektedir. Issız bozkırın bu ücra köşesinde, kervanların bile unuttuğu bu yerde çınarın ne işi vardır? Onu buraya kim, ne zaman dikmiştir? Aslını astarını kimse bilmez. Yalnız hikayeleri anlatılır bu ağacın ve dereciğin. Derler ki:

   Zamanın birinde, yolunu kaybeden bir kervan bu ıssız köşeye düşmüştür. Kervanda, yeni doğum yapmış bir kadın da vardır. Kadıncağızın sütü gelmemekte, çocuğunu emzirememektedir. Ellerini açar, çaresizce Tanrı'ya yalvarır:
   _ Ey ulu Tanrı'm! Sütüm gelmiyor... Bana yardım et... Yavrumu doyurayım, onu yaşatayım...
   Gök-Tanrı, bu ıssız köşede mahsur kalan lohusa kadıncağızın yakarışını duyar. Umay-Ana'yı hemen onun yardımına gönderir. Umay-Ana yeryüzüne çok güzel bir kadın suretinde iner. Upuzun gümüş rengi saçlarıyla, masmavi gözleriyle, incecik kaşları ve uzun boyuyla güzeller güzeli Umay-Ana, kervanın bulunduğu çorak yere varır. Kimse kendisini görmesin diye gece geç vakit kervana yaklaşır. Herkes uyuduktan sonra lohusa kadının çadırına girer. Kadıncağız onu görünce bir an irkilir, telaşa kapılır:
   _ Sen de kimsin?
   Umay-Ana ince ve güzel sesiyle konuşur:
   _ Korkma Gülkonçuy, sana yardım etmeye geldim.
   _ Adımı nasıl bildin? Sen kimsin?
   _ Ben Umay-Ana'yım. Ulu Gök-Tanrı senin yakarışlarını duydu ve beni yardıma gönderdi. Korkmayasın, ben yavrunu doyuracağım.
   Bunları söyleyen Umay-Ana, şefkatle kadının üstüne eğilir ve kucağındaki bebeği kollarına alır. Uzun, beyaz gömleğinin düğmelerini açar. Büyük memelerinden yeni doğmuş yavruyu emzirmeye başlar. Uzunca bir süre bebeği emzirir ve karnını doyurur. Daha sonra çocuğu annesine geri verir. Lakin Umay-Ana'nın memelerinden süt damlamaya devam eder. Bu süt, su gibi saydamdır ve hayli yoğundur. Damlalar sıklaşır, çoğalır; yerde birikmeye ve çadırı doldurmaya başlar. Korkan lohusa kadın teşekkür etmeyi dahi unutarak, bebeğini kucaklar ve kendini dışarı atar. Umay-Ana ise aceleyle önünü ilikler, ayağa kalkar. Tam çadırdan çıkacağı vakit dışarıdan sesler duyar. Kervanın diğer sakinleri uyanmış, kadını ve bebeğini dışarıda görünce yanlarına gelmişlerdir. Umay-Ana, onlara görünmemek için çadırdan dışarı çıkamaz. Ne yapacağını düşünürken hala memelerinden süt akmaya devam etmektedir. İşte o anda, büründüğü insan kisvesinden çıkar ve kanatlanarak göğe yükselir, kaybolur.

   Çadırı kaplayan süt artık dışarı taşmaktadır. Kervandakiler, yükselmekte olan suyu görünce telaşa kapılırlar ve hemen oradaki tepeciğe çıkarlar. Oradan, meraklı bakışlarla olan biteni izlerler. Umay-Ana'nın memelerinden çıkan ve giderek çoğalan süt ise küçük bir dere halini alır. Bu mucizeyi gören kervan sakinleri, şaşkınlıktan lohusa kadını bile unuturlar. Ona soru sormak akıllarına dahi gelmez. Sadece bu mucizevi olayı seyretmekle yetinirler.
   Gün ağarana dek yerlerinden kımıldayamazlar. Sabaha karşı tepeden inmeye cesaret ederler. Şimdi bütün çadırları sular altında kalmış, atları korkup dört yana kaçmıştır. İçlerinden biri cesaret edip bu derenin suyundan içer. Tadı çok güzeldir. İşte bu berrak, temiz dere yıllar yılı "Göksu" adıyla anılmıştır.
   Dereciğin öyküsünü bu şekilde anlatır civardaki yörük ihtiyarları. Peki, oradaki tepenin üstündeki yalnız çınarın sırrı nedir? Bunu kimse doğru düzgün bilmez. Sadece, oranın en ihtiyarlarından olan bilge Aykız Nene, ağacın Umay-Ana'nın saç telinden bittiğini söyler. O böyle inanır. Der ki:

   Umay-Ana gökten indiği gece, ilk bu tepeciğe ayak basmıştır. İndiğinde, gümüş saçlarından tek bir tel toprağa düşmüştür. İşte o tek tel toprağa tutunarak kök salmıştır. Kısa süre sonra da büyüyüp kocaman bir çınar halini almıştır.

   Aykız Nene böyle anlatır torunlarına ve oradan tesadüfen gelip geçen gezginlere, yolculara... Belki gerçek, belki hayal... Ama o civardaki kadınlar, bugün bile Umay-Ana'nın gebe kadınları koruduğuna ve bebeklere sağlık verdiğine inanırlar. Bugün dahi Umay-Ana'dan yardım dilerler ve onun adına adak keserler.



16 Aralık 2013 Pazartesi

karanlıktan sonra...




   _ Midem bulanıyor, dedi Tey. Yanında, kadim dostu Aza vardı. Zorla konuşuyordu: Midem çok bulanıyor... Başım da dönmeye başladı...
   _ Hadi, yapabilirsin! Yapamayacağını nerden biliyorsun?
   _ Yapamam... Daha fazla dayanamam... Biliyorum işte...
   _ Müneccim misin sen? Nasıl bilebilirsin? Diye alaya almak istedi Aza.
   _ Sen Tanrı'nın var olduğunu nasıl biliyorsan öyle!.. Tey, arkadaşının dindarlığını daima alaya alırdı. Aza, tüm bu alayları hoşgörüyle karşılar ve geçiştirirdi aslında. Ama arkadaşı son günlerde çok kırıcı olmaya başlamıştı.
   _ Lütfen, artık kırıcı olmaya başladın... Hem sakin olsana sen...
   _ Kırıcı mı? Şu halimize bak!.. Asıl kırıcı olan senin Tanrı'n!..
   Aza, lafın gerisini dinlemeden kalktı. Arkadaşından birkaç adım öteye çekildi. Durumlarından o da memnun değildi, lakin katlanmaya çalışıyordu.

   Günlerdir yarı aç yarı tok, bir oraya bir buraya savruluyorlardı. Hangi kapıya gitseler kovulmuşlardı. Şimdi ise bu boş araziye sığınmışlardı. Birkaç evsizle birlikte bu izbede yaşamaya çalışıyorlardı. Aza dayanamadı, arkadaşının yanına çömeldi:
   _ Haydi, kalk. Yiyecek bir şeyler bulmalıyız...

   İki arkadaş konuşurken, izbenin evsizlerinden olan Kepek çıkageldi. Bir baş hareketiyle ikisini de selamladı. Elindeki torbayı göstererek sırıttı:
   _ Bakın, caddede ihtiyarın biri beleş kitap dağıtıyordu. Sevap mı ne işliyormuş teres!.. Ne yapalım yani bunları, yiyelim mi? Bunak köpek!.. İnsan bir parça ekmek dağıtır di mi?
   Küfürler savurarak elindeki torbayı boşalttı. Torbadan birkaç kitap, bir yığın gazete kağıdı ve birkaç patates yere düştü. Kepek, yine sırıtarak karşısındakilere seslendi:
   _ E, ne bekliyorsunuz lan? Alın şu kağıtları da ateş yakın. Bu patatesleri manavdan aşırdım. Ateşte közleyip yiyelim. Ha, bu kıyağımı da unutmayın lan!.. Açlıktan gözünüzün feri sönmüş be...
   Bunları söyledikten sonra beklemeyerek işe kendi koyuldu. Önce gazeteleri tutuşturdu; sonra ateşe kitap sayfalarından atmaya başladı. Sayfaları büyük bir keyifle, teker teker yırtıp ateşe bırakıyordu. Adeta açlığını unutmuş, keyiflenmişti. Ateş harlansın diye, elindeki karton parçasıyla arada bir yelliyordu.

   Aza da Tey de ateşe dalmışlar, öylece düşünüyorlardı. Kepek etraflarında dönerek müstehcen fıkralar anlatıyor, kendi kendine gülüyordu. İki arkadaş da onu duymuyordu. İkisi de kendi alemlerine dalmışlardı. Derken Aza bir şeyi fark etti. Kepek'in yırtıp attığı sayfalar tanıdık gelmişti. Kafasını kaldırarak dehşet içinde:
   _ Kepek, ateşe attığın kitaplar neydi?
   _ Ben ne bileyim lan! Benim okumam yazmam yok ki... Kitap işte...
   _ İhtiyar adam kitapları dağıtırken bir şey söyledi mi?
   _ Yok... Sadece “Tanrı sizinledir, Tanrı uludur” gibi şeyler zırvalıyordu! Ben de aldım iki tane. Önce ikincisini vermedi... Arkadaşıma veririm birini dedim, inandı salak!..

   Aza gözleri dönmüş bir şekilde, Kepek'in elindeki kitabı çekti aldı. Yırtıla yırtıla yolunmuş tavuğa dönen kitaba baktı. Sadece arka kapağı ve birkaç sayfası kalmıştı. Elindekinin ne olduğunu anlayınca dehşete düştü. Bir ateşte yanan sayfalara, bir de Kepek'e baktı. Kepek hala çürük dişlerini sergilemekten gurur duyarmış gibi sırıtıyordu. Gırtlağına bir şey düğümlenir gibi olmuştu. Şimdi sesi zar zor çıkıyordu:
   _ Ne yaptın sen?
   _ E? Ne yapmışım?
   _ Bunun ne olduğunu biliyor musun?
   _ Kitap...
   _ Bu, Kutsal Kitap!.. Tanrı'nın kitabı!.. Hain!.. dinsiz!..
   Bunu duyan Kepek, biraz duraklar gibi oldu. Sonra suratına o sırıtkan ifadeyi takınarak, yılışık yılışık gülümsedi:
   _ E? Ne olmuş yani? Kırk yılın başı bir işe yaradı işte...

   Aza artık duymuyordu. Eli ayağı boşalmıştı. Arkadaşı Tey'e baktı. Tey ise bu olanlara hiçbir tepki vermemişti. Arkadaşının dindarlığını bildiği için, ona bakarak ne hissettğini çıkarmaya çalışıyordu. Sonra ayağa kalkıp kadim dostu Aza'nın elini tuttu:
   _ Aza, kendine gel. Bu sadece bir kitap. Hem bu salağın okuması yokmuş ki... Yani bilerek yapmadı işte. Yanlışlıkla oldu. Kazaydı...
   Kepek ise hiç istifini bozmadan itiraz etti:
   _ Yo!.. okumam yok ama anlarım yine de... Bunun ne olduğunu anlamıştım zaten. Hem ne olmuş? Ben Tanrı'ya inanmam ki... İnanmadığıma göre, onun kitabını yakmamda bir sakınca yok. Hem demek ki çok satmıyordu. Baksana sokakta millete bedava dağıtıyorlar!..

   İşte bu, bardağı taşıran son damlaydı. Aza'nın gözlerini kan bürümüştü. O an, kendini kafirlerin üstüne atılan din savaşçısı gibi hissetmişti. Bir hamlede Kepek'in boynuna sarıldı, sıktı, sıktı... Tey orada olmasa ve müdahale etmese, belki de öldürecekti. Neyse ki, yüzünün rengi atmaya başlayan Kepek'i Aza'nın dindar pençelerinden kurtarmıştı. Serbest kalan Kepek, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı:
   _ Yetişin!.. Kimse yok mu!.. Yetişin!.. Boğuyorlar beni ulan, nerdesiniz?

   Kepek bağırınca, izbenin diğer sakinleri kovuklarından çıktılar. Hepsi de ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Kepek, küfürler savurarak durumu anlatmaya çabalıyordu.
   O bağırdıkça, kalabalıkta bir hareketlenme başladı. Nereden baksan sekiz on kişiydiler. Hepsi de Aza ile Tey'in üstüne çullandı. Kimisi yumrukluyordu, kimisi tekme atıyordu. Kepek hızını alamayıp eline geçirdiği sopayla Aza'yı hırpalamaya başlamıştı. İki kadim dost, çok sağlam bir kötek yiyorlardı. İzbenin gediklilerinden, aralarında en yaşlıları sayılan Orak bağırdı:
   _ Yeter be, adamları geberteceksiniz! Sonra leşleri başımıza kalacak! Beni aynasızlarla muhatap etmeyin... Yeter dövdüğünüz, atın şunları uzak bir yere...

   İzbenin sakinleri, Orak'a itaat ederdi. Pestilleri çıkmış Aza ve Tey'i sürükleye sürükleye izbeden çıkardılar. Birkaç sokak ötedeki terk edilmiş arsaya bıraktılar.

   İki talihsiz dost, bir zaman sonra kendilerine geldi. Birbirlerine baktılar. Konuşamıyorlar, yerde öylece yatıyorlardı. Aza:
   _ Lanet domuzlar! Lanet dinsizler!
   _ Öf!.. Hala mı konuşuyorsun ulan!.. Senin ağzını yırtmadılar mı?
   _ Ah... Of off... Birkaç kemiğim kırıldı galiba...
   Aza, yattığı yerden zar zor doğrularak arkadaşına baktı:
   _ E? Şimdi ne yapacağız?
   _ Ne mi yapacağız? Ne bileyim be! O çok güvendiğin Tanrı'na söyle de bize yardım etsin, ha!..

   Aza, arkadaşının alayını duymazdan geldi. Hem belki de haklıydı. Belki de Tanrı uzun zamandır meşguldü. Belki de onları hiç umursamamıştı... Düşünmemeye çalıştı. Şimdi içinin derinliklerinde, daha önce hiç hissetmediği bir duygu vardı. Bu isyan mıydı? Hayır... Öyleyse neydi? Ahlayıp oflayarak olduğu yere yığıldı. Kımıldamamaya, hatta düşünmemeye çalıştı. Gözlerinden sıcak sıcak yaşların döküldüğünü hissetti. Yaşlar, kan ve tere bulanmış suratında kanallar açarak yanaklarına süzülüyordu. Çocukluğundan beri ilk defa ağlıyordu. Sessiz sessiz, derinden derinden ağlıyordu. Ağladı, ağladı... O kadar sessiz ve derinden ağlıyordu ki, yanı başında uzanan kadim dostu Tey dahi duymuyordu.

   Ağladı, ağladı... Aslında, ne yediği dayağa ne incinen gururuna ne de acıyan kemiklerine ağlıyordu. O sadece, inancından bir saniye bile şüphe etmiş olmasına ağlıyordu...


15 Aralık 2013 Pazar

melez



   
*   bu küçük öyküyü, büyük usta Ömer Seyfettin'e armağan ediyorum. Ruhu şad olsun...


* * *


   _ Safkan soylarda, bozulma büyük oranda dişilerde başlar. İşte bu yüzden dişiler koruma altına alınmalıdır. Bir dişi, asla başka bir soyla karışmamalıdır. Bu bütün bir türün mahvolmasına yol açar.

   Usta Mergen bunları anlatırken Çömez dikkatle dinliyordu. Çömez için ustasının her sözü altın değerindeydi. Onun her kelimesini yakalayabilmek için ağzına bakar; her hareketini görebilmek için gözünün içine bakardı.
Henüz bir yıldır Usta Mergen'in çömeziydi. Tam iki yıllık eğitim dolmadan, çömezlere gerçek isimleriyle hitap edilmezdi. Onlar yalnız “çömez”di... Ancak piştiklerinde gerçek adlarıyla çağrılmaya hak kazanabilirlerdi. Gözüne baktığı ustasına çekinerek sordu:

   _ Peki ustam... Ya dişi ile yabancı erkek birleşirse... O zaman, safkan türün tüm özellikleri yok mu olur?
   _ Her zaman tamamıyla yok olmaz. Lakin yok derecesine iner. Karışan tür öyle bir hale gelir ki, iki tarafın da kötü genlerini alır... İyi genlerini bırakır... Böylece, aslında iki soydan gelen genler de mahvolur. Ortaya işe yaramaz bir melez çıkar...
   _ Yani şu fare gibi...
   _ Aynen öyle Çömez'im... Bak bu fareye: Onu sıradan bir lağım faresi olan annesinden ve ormandan aldığım sincap babasından yaptık. Peki ne oldu? Ne annesi gibi bir kemirgen olabildi, ne babası gibi ağaçlara tırmanabilen bir sincap... Tamamıyla bizim bakımımıza muhtaç bir zavallı... Annesininkilere benzeyen uzun dişleri aslında keskin değil; verdiğimiz kuru ekmekleri bile parçalamakta zorlanıyor. Babasınınkilere benzeyen küçük pençeleriyle, bu koltuğun başına dahi tırmanamıyor... Bütünüyle asimile olmuş bir melez...

   Çömez, önlerinde duran küçük kafesteki tüylü yaratığı süzdü. Gerçekten de bakıma muhtaç bir haldeydi. Doğada kendi başına asla yaşayamazdı.
   O bunları düşünürken, içeriye Hademe Akköse girdi. Demek ki saat akşam üç olmuştu. Çünkü bu saat, sınıfların temizlenme saatiydi. Dakikası dakikasına hiç şaşmazdı. Bu Hademe Akköse'nin en bilinen özelliğiydi; görevini namus bilir ve hiç aksatmazdı.
   Onun içeri girdiğini gören Usta Mergen hademeye yaklaştı ve omzunu sıvazlayarak sordu:

   _ Hademe Akköse, nasılsın?
   _ Çok iyiyim ustam, sağolasın. Siz nasılsınız?
   _ Ulu Tanrı'ya şükür olsun, çok iyiyiz... Sonra, sesindeki samimiyet tonunu ayarlayarak, öylesine soruyormuş gibi sordu: Yahu, sen kaç senedir bu işi yapıyorsun?
   _ Bu görev bana babamdan kaldı. Tam kırk altı yaşındayım. On iki yaşında başladığıma göre... Ee... Galiba yirmi küsür sene olacak...
   _ Otuz dört sene olmuş, diye atıldı Çömez. Ustası ona gülümseyerek karşılık verdi. Sonra hademeye dönerek:
   _ Baban nereliydi senin? diye sordu.
   _ Benim babam Tuvgan-Hot tarafındandır. Anam ise Özübay'ın Kala köyündenmiş...

   Usta Mergen aslında bunları bilmekteydi. Burada tekrar sormasının sebebi; çömezine de duyurmak ve ona bir ders vermekti. Hafifçe çömezine dönerek gülümsedi ve bilge bir sesle söyledi:

   _ Görüyorsun ya Çömez'im... Bu namuslu, çalışkan, sevimli adam tam bir Batırlı. Batır insanının tüm özellikleri onda var. Bir de diğer hademelere ve uşaklara bak. Çoğu farklı ülkelerden gelmiş bir sürü insan... Hepsi eli kolu uzun tiplerdir. Acıyıp da bir şey ödünç vermeyesin, anında iç ederler!.. Her işe burunlarını sokarlar; üstelik bir şeyden de anlamadıkları halde... Yalancıdırlar da; bir şey derler, yarın unutuverirler. Pistirler de; kokularından yanlarına varılmaz... Sorsan nerelisin diye, kem küm ederler. Çoğunun anası babası bile şüphelidir. Buraya nasıl alınmışlar onu bilmem. Ama büyük ihtimalle Müdür Çiher'in aymazlığı...

   Laf buraya gelince sustu. Belli ki müdüre karşı epey doluydu. Müdürün adı geçince, Hademe Akköse biraz utandı, çekindi. Çünkü Müdür Çiher onu hiç mi hiç sevmezdi. Zavallıyı nerede görse iş yükler, azarlar, hor görürdü. Çalışırken küçük bir hata yapsa, babasına da ona da sövüp sayardı. Bir keresinde Usta Mergen şahit olmuştu: Müdür, hademeye çıkışıyordu. Bir yandan tepiniyor bir yandan söyleniyordu:

   _ Seni miskin herif, seni aptal herif!.. Baban da senin gibi hımbılın biriydi işte... Hepiniz böylesiniz. Batırlı değil mi? Hepsi vahşi, barbar, sevimsiz... Yarabbi, bu dağlı vahşilerin kökünü kurut!.. Böyle bedduaya başlayınca, Hademe Akköse dayanamamıştı:
   _ Neden böyle beddua edersiniz Müdür Çiher? Babam ve ben size ne yaptık?
   _ Pöh, siz kimsiniz de bana bir şey yapacaksınız? Siz bana laf söylemeye bile cüret edemezsiniz... Ama dedeleriniz Kurgak-Batır'lar yok mu? O vahşiler, bütün insanlığa zarar ziyan vermedi mi? Ejderhalar gibi önüne çıkan her şeyi yakıp yıkmadı mı? Hepiniz barbarsınız işte... Elinize geçen ilk fırsatta yine baş kaldırır, hepimizin kemiklerinden kendinize kolye yaparsınız!..
   _ Aman müdürüm, olur mu öyle şey...
   _ Sus, pis barbar! Hain! Yalancı!..

   Usta Mergen bundan sonrasını dinlememişti... İşin aslını faslını biliyor ama susuyordu. Sonuçta Müdür Çiher, itaatkar bir köpekti. Daima üstlerinin paçalarını yalardı. Tabi üstleri de kendi üstlerinin paçalarını temizlerdi!.. Ne demişler: İt iti ısırmazmış... Müdürü de itlere değil, Ulu Tanrı'ya havale ediyordu...

   O bunları düşünürken Hademe Akköse temizliğe başlamış, Çömez de “hayırlı akşamlar” dileyerek sınıftan çıkmıştı. Kendini toparladı ve hademeye gülümseyerek: Kolay gelsin, deyip çıktı.


   Çömezi, bugünkü anlattıklarından ne ders almıştı; hatta alabilmiş miydi bilmiyordu. Lakin bu olanları hatırlamak onu biraz etkilemiş, belki biraz sinirlendirmişti. Sonra, kafesteki küçük, tüylü canlıyı hatırladı. Onu ve dersini aklına getirince biraz hafiflediğini hissetti. Bu küçük canlıyı düşünmeye başladı: O ne fare olabilmişti ne sincap... Adı bile yoktu; yalnızca “melez”di...



14 Aralık 2013 Cumartesi

çocukluk düşü




   İhtiyar adam, yavaş yavaş gözlerini araladı. Gördüğü ilk şey, nemden yer yer kararmış ve sıvası dökülmüş tavan oldu. Bir süre hareketsiz yattı. Sonra yatağından güçlükle doğruldu. Artık epey yaşlanmıştı ve en ufak hareketler bile bedenine ızdırap veriyordu. Yatağın ucundaki terliklerini giydi ve mutfağa yöneldi. Sonra birden vazgeçerek tuvalete doğru gitti. Lavaboda yüzünü yıkadı, avucuna su alarak içti. Dili damağı kurumuştu. Doğrularak, duvardaki çatlak aynada kendine baktı. Üç günlük sakalıyla, kırlaşmış tel tel saçlarıyla, eğri büğrü ağzıyla, kocaman çirkin burnuyla altmışında bir ihtiyardı gördüğü. Dudaklarını büzdü. Lavaboya eğilerek ağzında biriken balgamı tükürdü.
     
   Canı kahvaltı falan istemiyordu. Dolaptan daha dün açtığı süt kutusunu aldı, bardağa boşaltmadan kafasına dikip içti. Boş kutuyu eski yemek masasının üzerine bıraktı, balkona doğru yöneldi. Kolu çekince eski kapı gıcırdayarak açıldı. Dışarısı bir bahar gününe nazarla epey serindi ama aldırmadı. Balkon demirlerine tutunarak boynunu ileri doğru uzattı, gözlerini kapattı ve öylece hayallere daldı. 
     
   Şimdi, çocukken anne ve babasıyla yaşadığı küçük sahil kasabasındaydı. Babasının nice güçlükle onardığı eski ama şirin evlerinin bahçesindeydi. Üzerinde mavi bir tulum vardı ve küçük siyah ayakkabılar giymişti. Saçları da düzgünce taranmış ve ortadan ayrılmıştı. Gözlerinin içi, o yeşil gözbebeklerinin içi gülüyordu. Hatırlıyordu, evet; bu onun yedi yaşındaki haliydi. Kollarını açmış, sabah serinliğini içine çekiyordu. Hafif esinti beraberinde denizin tuzlu ve hoş kokusunu da getirmişti. Uzaklardan balıkçı teknelerinin ve büyük trollerin sesi geliyordu. Sahilde martılar, balıkçıların avından nasiplenmek için canhıraş savaşıyor ve çığlıklar atıyordu. Evet, duyuyordu; sahil yolunda ilerleyen bisikletin pedal sesini, plajda kumlarla oynayan, şakalaşan çocukların sesini, kıyıya vuran dalgaların nağmesini... Hepsini duyuyordu... Küçük çocuğun yüzü gülüyordu. Aynı anda balkondaki ihtiyarın da yüzünde çarpık bir tebessüm belirdi. Yazık ki tebessümü uzun sürmedi, gözlerini açar açmaz mutluluğu yerini hüzne bıraktı.
     
   İhtiyar, gözlerini açıp da hayal aleminden sıyrılınca, gerçeğin tatsız yüzüyle karşılaştı. Bulunduğu balkonun tam karşısında eski bir apartman vardı. Balkondan görülebilen bütün manzara; birkaç çürük eski apartman ile evinin bulunduğu dar ara sokaktı. İhtiyarın sıkıntısı iyice arttı. Şimdi çocukluğunu geçirdiği o ufak sahil kasabasını ve bahçeli şirin evlerini daha bir özlemişti. Yaşadığı şu küflü şehre ve buraya gelip saplandığı güne lanet okudu. Ömrünün şu son ve yalnız zamanlarını da bu eski, derme çatma apartman dairesinde geçiriyordu. 
     
   Ah yeniden çocuk olsaydı! Anne ve babasıyla sahile inse; onlar güneşlenirken kendi de kumlarla oynasaydı. Serin suya dalıp dipten kum çıkarmaca oynayabilseydi arkadaşlarıyla. Burnuna ve yanaklarına bulaştırarak yeseydi o tatlı, çikolatalı dondurmaları. Sahilde güneşlenen, kendilerinden yaşça büyük kızları dikizleselerdi yine gizlice. Akşam hava kararınca, mahallenin bütün çocukları toplaşıp saklambaç oynasalardı. Akşam eve geç dönseydi; yorgun argın atsaydı kendini yatağına ve yarın oynayacağı oyunların hayaliyle yatsaydı en tatlı uykulara…
     
   Bunların hepsi geçmişte kalmıştı. Artık çocuk değildi elbet, ama o şirin kasaba da eskisi gibi kalmamıştı. Para babası işadamları, en nihayet bu bakir yeri de keşfetmiş ve buraya koca koca oteller, gösterişli villalar yapmışlardı. O güzelim altın sahilleri parsellemişler ve bir de girenleri haraca bağlamışlardı. Artık kasabanın minik, bahçeli evlerinin yerinde; beş, on katlı apartmanlar yükseliyordu. Kasabanın Arnavut kaldırımlı şirin sokaklarında dili yabancı, kendi yabancı turist bozuntuları sürtüyordu. Yeni inşaatlarla birlikte, işçi olarak bir sürü köylü de kasabaya göç etmişti. İşi biten köyüne geri dönmüş; kalanlar, boş bulduğu yeri işgal etmiş ve bir gecekondu dikivermişti. Sokaklara artık oyun oynayan, koşuşan şen çocuklar değil tatilcilerin lüks arabaları hükmediyordu. 
     
   İhtiyar, bunları düşününce daha bir hüzünlendi. Sırtı daha bir kamburlaştı. Balkonun köşesindeki tabureye bıraktı kendini. Elini cebine attı; sağa sola, içerideki masanın üzerine bakındı. Sigarası yoktu. Tabi ya! Birkaç yıl önce sigarayı bırakmıştı, lakin ara ara bu eski dosta ihtiyaç duyuyordu. Bir an unutuveriyordu dostunu kendi elleriyle çöpe attığı ve terk ettiği günü. 
     
   “Eh neyse!” dedi içinden. Gözünden akacak gibi uzanan bir damla yaşı da geri itti. Burnunu çekerek doğruldu. Tabureden kalktı, içeriye geçti. Yatağının kenarına oturdu. Tavana baktı, avuçlarını açarak bir şeyler mırıldandı. Dua etmeyeli ya da kendi tabiriyle “Tanrı’yla sohbet etmeyeli” uzun zaman olmuştu. Sanki kimsenin duymasını istemiyormuş gibi sessizce döküldü cümleler dudaklarından:
     
   “Ey güzel Tanrım! Her kul gibi arada bir seni kızdırdıysam affet beni. Hep iyi, namuslu, temiz bir adam olmaya çabaladım. Haram yemedim, yedirmedim. Senden tek bir niyazım var latif Tanrım. Eğer beni cennetine layık görür de kabul edersen; hiçbir şeycikler istemem! Ne saray ne huriler ne sütten ırmaklar!.. Tek dileğim cennette anne ve babamla birlikte olmak. Yine çocukluğumdaki evimizde yaşamak… Yine denizin kokusuyla uykuya dalıp, ılık meltemle uyanmak… Sen büyüksün Rabbim... Sen yüceler yücesisin. Şu ihtiyar, zavallı kulunu bari öteki dünyada mutlu kıl! Başka da bir şey isteyemem zaten senden…” 
     
   İhtiyar, sözlerini bitirdi, avuçlarını buruşuk yüzüne sürdü. Demin gözünde sabırsızlıkla bekleyen damlalar şimdi yanaklarına süzülmüştü. Elinin tersiyle yaşlarını sildi. Yatağın üstündeki eski yorganı kaldırdı, altına girdi. Öylece hareketsiz yatmaya başladı. Gözlerini yavaşça kapattı. Hiç uykusu yoktu ama yine de derin bir uykuya dalmıştı. Bir daha da bu dünyaya gözlerini açmadı… 
     
   Şimdi belki de şirin evlerinin bahçesinde şen kahkahalar atarak oyun oynuyordur, kim bilir…





yazılma tarihi: 30.12.2011


11 Aralık 2013 Çarşamba

...



   Yalnızlık en büyük cehennemmiş... Söylenir, ama yaşanmadan inanılmazmış... Ve yalnızlığın dili yokmuş; sadece susarmış öylece, yıllarca, ömürlerce...

   Yıllar önce ölen ozanlarla sohbet etmekmiş yalnızlık... Şiirlerini tekrar tekrar okuyup ezberlemek; sonra unutmak ve bir daha okumakmış... Her mısraya farklı anlamlar yüklemekmiş yalnızlık... Şairlerinin dahi hayal edemediği yalnızlıkları yaşamakmış...

   Kitap sayfalarından fal açmakmış yalnızlık... Raftan bir roman çekip yirminci sayfasına bakmakmış mesela... Kahramanda kendine ait bir şeyler aramakmış; belki bulmak, belki bulamamakmış... Sayfalar dolusu ihtimal, ama tek bir sonuç; yalnızlıkmış...

   Yalnızlığa pek çok isim vermişler; en çok tutulanı “ölüm” olmuş... Ölen değil, ölenle ölen yalnızmış... Ölenle ölünür mü? Elbet ölünürmüş... Sadece daha yavaş çürürmüş hayattaki ölüler... Kokusu çok sonra çıkarmış; acısının çıktığı gibi... Sonra ver elini kabristan: Bir beton çatıdan, mermer çatıya inkılapmış yani ölüm... Sonra ver elini görünmez kalabalık...

   Evet, insan bu dünyada yalnızmış... Sanmayın ki ölüler kimsesiz, sessiz, sakin... Asıl onların başı kalabalıkmış; sağda Münker, solda Nekir'miş...



10 Aralık 2013 Salı

e mi?



   Damarlarından kanalizasyon geçen bir şehirde, gecenin bir vakti uyanırsın... Günahkar her şey, derin bir sessizliğe gömülmüştür. Hiç birinin uyuduğunu zannetme! Karanlığı tükürükleriyle boğmaya hazırlanıyor kaltak zamanenin moda piçi!..

   Fikret'in sisler içindeki şehri şimdi nerde? Burada her şey uluorta sahneleniyor... Gizli kapaklı olan tek şey namus; çünkü ben göremiyorum... Herkes gırtlak gırtlağa gelmiş; “ekmek kavgası” denen bir televizyon programı açık beyaz camda. Tüm bu kağıt kapmacalar, gerdan kırmacalar, ölü seviciler... Hepsi, hepsi meydanda... Ama sen yine sakin ol e mi?

   Gırtlağına basılmış tarihin... “Doğruyu söyle” diyerek yalan söyletiliyor. Medeni maymunlar fink atıyor tahtadan oyuncak atlarıyla... Son neandertaller sahne alıyor kurgulanmış oyuncuklarında... Tükürüyorlar “mabedinin göğsü”ne!.. Ama sen yine güleç ol e mi?

   Şehir ve insanlar; “tüm bu gördüklerin birer karikatürden başka bir şey değil...” Katilleri görüp sus; ta ki sevdiğin biri öldürülene kadar... Hırsızları görüp sus; ta ki bir gece vakti evine girilene kadar... Namussuzları görüp sus; ta ki birgün namusuna el kaldırılana kadar... Sen şimdilik sus, sus ki sular bulanmasın... Ağzımızın tadı kaçmasın... Birileri kışkırmasın... E mi?

   Sen şimdilik sus... İstersen ilelebet sus, konuşma... Ben; “tiyatro bitti, beklemeye lüzum görmüyorum...” Sen istersen bekle e mi?


7 Aralık 2013 Cumartesi

dinle arkadaş!..



   Duymuyor musun arkadaş!.. Uzaklardaki şimşeklerin gürültüsü sana ulaşmıyor mu? Gökler yırtılırken, yer yarılıp açılırken nasıl kulak kabartmıyorsun diri mezarların çığlıklarına? Yoksa kulağın hala şehirleri dolduran yaşayan cesetlerde mi?

   Sana öyle bir şiir yazmalıyım ki ağlayasın... Sana öyle bir şarkı dinletmeliyim ki anlamalısın göklerin sesini... Öyle bir tablonun önünden geçmelisin ki gözlerin kamaşsın... Ama yok! Sen kanla, cesetle, ölümle akıllanmaya, ayılmaya alışmışsın!.. Seni, yüce şairlerin şiirleri de, en üstün bestekarların müzikleri de, fırçayla dünya yaratan ressamların resimleri de uyandıramaz... Sen ancak düşmanın ağız dolusu küfrüne alışkınsın; düşmanın yabancı nağmelerine aşinasın; gözlerin düşman bayrakları seyretmeye hasret!..

   Ben kimim? Sen kimsin? Onlar kim? Biz, hepimiz, kimiz?
   Kurudu mu damarların arkadaş!.. Sokaktaki köpekler kadar düşmanını tanıyacak hissin kalmadı mı? Işığa ulaşmak için can veren pervaneler kadar onurun yok mu içerinde?

   Kırıldı mı tüm kemiklerin arkadaş!.. Neden dik durmuyorsun? Parçalandı mı ellerin? Koptu mu ayakların? Yoksa en son yüreğini de mi söktüler göğsünden? Bu yüzden mi köksüz çalılar gibi savrulursun nisyan yelinde...

   Acı kendine; en azından bunu yap... Acı evlatlarına, torunlarına... Acı hepimize... Atalarımız dünyayı avuçlarına almışlar; bizse elimizdeki kuru ekmeğe sahip çıkamaz duruma gelmişiz... Acı hepimize... Tükür kahrolası mücadelesiz ömrüne!..


4 Aralık 2013 Çarşamba

geçmişin çiy taneleri...



   (...) Dört beş asır evvel yaşamak... Bu ne tatlı bir hayattı! Şan, şöhret, tagallüb, muvaffakıyet, aşk, hırs, istibdat... Hayatı hissettiren ve şimdi maatteesüf bir masal, bir tarih zemininden başka bir şey olmayan bu tatlı ve hakiki heyecanlar vardı. Ah, bu toprakların üzerinde benim ecdadım bir girdibad-ı berk falud-ı zafer gibi akıncılık ederken ne kadar mesut ve mağrur idiler... Kahramanlık, şecaat ve cesaret-i mutlak içinde geçen gençlikleri onlara ihtiyarlıkları için ne tesellisiz hatıralar, ne muğfil iftiharlar bırakıyordu. Halbuki biz, silahsız, kansız, azametsiz olduğu kadar yorucu, harap edici olan mücadele-i medeniyetin biçare muharipleri, ne kadar sefiliz...

[Ömer Seyfettin / At, 1912]


* * *


   Nostalji... İşte insanoğlu, en umutsuz anlarında böyle geçmişe sarılıyor. Geçmiş gözümüzün önünde, Kırk Haramiler'in mağarasındaki altınlar kadar bol ve değerli görünüyor. Böyle zamanlarda geçmişi düşünmek, insanlar için görünmez, girişi ve çıkışı meçhul bir sığınak oluyor...

   Geçmiş günleri özlemek, geçmiş günleri arzulamak her insanın yüreğinde vardır. İhtiyar, gençlik günlerini; hasta, sağlıklı zamanlarını; yenik bir asker, geçmiş zafer günlerini özler... Özler ama geçmiş sandığımız kadar parlak mıdır acaba? Geçmiş, hatıralarımızdaki kadar lekesiz ve masum mudur? Anılarımız, zaman içinde kendini bir şekilde aklar. Yılların üstüne yıllar bindikçe, geçmişin kıyıda köşede kalmış kusurları da bir bir silinir. Sonunda elimizde, kusursuz, lekesiz, mutlu, mesut anılar kalır... İşte böylece geçmiş, daima özlenen bir zaman dilimi halini alır. O artık, asla ulaşılamayacak bir ütopya gibidir...

   Neden birçok yazar ve şair çocukluğuna dair manzumeler ve hikayeler yazmıştır? Çünkü bulunulan zaman, asla çocukluk günlerindeki gibi gamsız ve tasasız değildir; olmayacaktır da... Böylece geçmiş, kendi mazimiz, bizlerin hep özlediği bir masal dünyasına dönüşecektir.

   Geçmiş özlemi, sadece kişisel duygularda belirmez. Geçmiş özlemi, topluluklarda ve milletlerde de kendini gösterir. Yenilen ordular savaş meydanlarından çekilirken, daima galibiyet günlerini ve kitaplarda okudukları muzaffer zamanları anarlar. Kitleler, yüzlerce yıl önceki yaşamları ve örfleri bile özleyebilirler. Bu yüzden, insan topluluklarında da nostalji duygusunu görürüz...

   Geçmiş geri gelmeyecek... Bize tek yararı, ondan dersler çıkararak geleceğimizi yaratmaktır.


2 Aralık 2013 Pazartesi

sayfalar...



   Bugün, tek bir sayfa okumadıysam zarardayım. Bugün, tek bir cümle dökülmediyse kalemimden, içimde bir tuğla daha çıkmıştır; duvarlarım kalınlaşmıştır...

   Siz, çok okuyup da hiç yazmayan bir insan gördünüz mü? İnsan çok okumuşsa ve içinde bir dağarcık oluşturmuşsa, oradan taşanları boşaltmalıdır. Yoksa suskunluklar insanı zehirler... Dilde tıkanan kelimeler kişiyi boğar... Bu yüzden yazmak, bellek zehirlenmesini önler. Ruhumuzu, sayfalarla paylaşırız; gizli ya da aşikar...

   Çoğu sayfa akılda kalmaz, silinir gider... Okunanlar ezberden akıp gider zihnin boşluklarına... Ama asla kaybolmaz. Okunan her şey belleği, ruhu besler; insanın “bir şey” olma, “adam” olma serüveninde bir basamak olur. Siz fark etmeseniz de her okuduğunuz yaprak, “siz”i yaratacaktır yeniden: Aynı basit bedenden; farklı bir insan, farklı bir ruh...

   En çok da şiir okuyun... Yüksek sesle okuyun, bir daha bir daha okuyun... O şairler ki, nice uykusuz geceden sonra çıkarmışlardır madenlerini en derinlerden... Olmuş insanlardan, olmanın sırrını öğrenirsiniz mısralardan... Tabi anlamasını bilirseniz; okumasını bilirseniz... Çünkü hiçbir şiir, kafiyeden ve rediften oluşmaz. Şiir; kandan ve etten oluşur...

   Bir sayfa daha çevirelim. Her sayfayla yeni bir insan daha tanıyalım. Kendimizi tanımaya ise daha çok var...