VBB

10 Kasım 2014 Pazartesi

taş bekçi



-öykü-


Rüzgarın o ahenkli kokusu burnumda tütüyor. Burnumun yıllar önce koptuğuna bakmayın siz; ben alırım toprağın ıslak kokusunu. Mevsimler değişirken rüzgarlar da güneyden kuzeye doğru yönlerini çevirirler. İşte o zaman güneşten kızmış kumların kokusu yerine, çam ormanlarının ve dağların kokusu sarar etrafı.

Ben her sabah güneşi selamlarım. En erken ben uyanırım bozkırda. Hatta bazı geceler hiç uyumam. Daha doğrusu uyuyamam... Ayın ne kadar dedikoducu olduğunu bilmezsiniz siz. Bu dedikoduları hep o Yalçuk Ana'dan alıyor. Tabi siz onu da bilmezsiniz. Yalçuk Ana ayın ruhudur. Her gece yıldızlara teker teker inerek birer ateş yakar. Milyonlarca yıldızı hiç üşenmeden aydınlatır da biz onları bu şekilde görürüz. Sonra da Yalçuktay Ata ile beraber ayda oturup alev alev yanan yıldızcıklarını izlerler keyifle.

Biliyorum, anlattıklarım hoşunuza gitti. Üzgünüm... Şimdilik susmam gerek, çünkü içeri birileri geliyor. Ayak seslerini duyuyorum... Görüşmek üzere...

* * *

_ Hocam, etraftaki dedikodular aldı başını gitti!
_ Ne dedikodusuymuş bu? Neler saçmalıyor bizim öğrenci milleti gene?
_ Sadece öğrenciler değil hocam... Öğretmenler arasında da... Hatta dedikodular üniversitemizin dışına kadar taşmış. Bir magazin mecmuasına kadar...
_ Yeter!.. Bu saçmalıkları dillendirmek bile zavallılık... Firavun'un mumyası Avrupa'ya ilk geldiğinde neler duymuştuk biz. Ya kurgandan çıkanlar... Ben arkeolojiye yıllarını vermiş bir hocayım evladım... O eski Hun mezarından cesedi ilk çıkardığımızda herkes korkmuştu. Neymiş, bir büyü ya da tılsım var mıymış...
Hoca -kendisi altmış iki yaşında bir profesördü- burada gülerek konuşmasına ara verdi. Yanındaki öğrencisi de içten gelmeyerek nezaketen gülümsemişti. Genç kızın yüzünde belli belirsiz bir endişe okunuyordu. Profesör, aldırmaz bakışlarla öğrencisinin yüzüne, gözlerinin içine baktı. Endişeyi orada çakılmış görünce sormadan edemedi:
_ Gördüğüm bu endişe dedikodulardan mı? Yoksa sen de mi inanıyorsun bu ortaçağ zırvalarına?
_ Hayır hocam... Tabi ki hayır...

Profesör, öğrencisi Adele'i geniş koridorun ortasında bırakarak çıkıp gitti. Adele ise Orta Asya Eserleri Salonu'nun kapısı önünde takılıp kalmıştı. Kapı açıktı ve içerideki nadide eserler görülebiliyordu. Kapıya yaslanarak içeriye doğru baktı. Sağ tarafta Hun mezarından çıkarılan miğferle zırh duruyordu. Hemen yanlarında da yine başka bir kurgandan çıkan bakır taslar, gümüş kupalar sıralanmıştı. Sol tarafta ise birkaç mezartaşı vardı.

Adele, biraz çekinerek mezartaşlarının gerisine, salonun en sonuna yerleştirilmiş balbala baktı. Meşhur “Tılsımlı Balbal” oradaydı. Taştan oyulmuş çekik gözlerini kendisine dikmiş bakıyordu adeta. Adele bir an için tüylerinin ürperdiğini hissetti. İçinden: “Ne saçmalıyorum ben” dese de anlam veremediği bir his vardı içinde.

Kolundaki saate bakınca aklına geldi. “Eyvahlar olsun!” diyerek kendini toparladı. Bu akşam üstü yeni erkek arkadaşıyla ilk randevusu vardı. Elleriyle uzun, kumral saçlarını yokladı: “Yağ içindeler, lanet olsun! Duş almam bir asır sürer!”

Telaşla salondan çıkıp gitti. Doğruca, kaldığı öğrenci evine gidiyordu. O an için balbalı da dedikoduları da unutuvermişti.

* * *

Ne güzel bir kız. Ah, bir de ne konuştuğunu anlayabilsem... Buradaki insanlar sabahtan akşama kadar “gulu gulu” diye konuşup duruyorlar, lakin hiçbir şey anlaşılmıyor dediklerinden. Çoğu da çirkin, suratsız, soğuk insanlar zaten. Ama şu kız... O başka. O, bana Ayzıt'ı hatırlatıyor. Ayzıt; toprağın yeşermesi kadar pırıltılı, rüzgarın serinletmesi kadar güzeldi. Güneşin ilk doğuşu gibi yumuşak bir gülüşü vardı. Evet evet, bu kız aynı ona benziyor.

Nerede kalmıştık? Size geldiğim yeri, memleketimi anlatıyordum sanırsam. Benim geldiğim yer çok uzakta. Uçsuz bucaksız bozkırların, unutulmuş bir köşesinde. Buralardan çok uzakta olduğunu biliyorum, ama tam olarak ne kadar uzak söyleyemem.

Beni bir sabah ansızın topraktan söküp çıkardılar. Sonra da keçeye sarıp bir sandığa tıktılar. Bir daha gün yüzü göremeyeceğimi sanmıştım. Tanrı'ya şükür, gözümü bir açtım ki bu odadayım. Etrafımda da çirkin, suratsız bir sürü insan... Keçi sakallı, ihtiyar bir adam oramı buramı kurcalayıp çevresindekilere bir şeyler anlatıyordu. Of, aklıma geldikçe sinirleniyorum!..

Konuyu dağıttım yine... Ben bozkırda, Ulu Hakan C... Yoo!.. Bunu kimseye söylememem gerek! Ben, yüce hakanımızın sırrını korumak için oraya yerleştirildim. Yüzlerce yıldır da yerimde duruyordum. Hiç konuşmadan, sonsuz bozkırı gözlerimle tarayarak asırlardır orada nöbetteydim. Evet, bozkırın en büyük sırrının taştan bekçisiyim ben.

Ne zaman yolculardan ya da gezginlerden birileri yöreme yaklaşmak istese rüzgara sesleniyordum. Rüzgar sertçe eserek yolcuları korkutup kaçırıyordu. Kapalı havalarda yardımıma bulutlar yetişiyordu. Şimşek çaktırıp yöreme yaklaşanları korkutuyorlardı. Böylece etrafıma hiçbir canlıyı yanaştırmadım. Toprağın kutlu ölülerimizi sadakatle sakladığı gibi ben de bu büyük sırrı sakladım.

Güzel bozkır. Geniş, sonsuz bozkır. Sapsarı kumlar denizi. Sonu gelmeyen rüzgarların seyahat rotası... Seni çok özlüyorum çok... Ulu hakanımızın kurganını koruyamıyorum şimdi. Çok üzgünüm, ama benim suçum değil ki. Bu çirkin, mendebur insanlar beni toprağımdan çekip çıkardılar! Bu dört duvar arasına tıktılar!

Ey Yüce Gök Tanrı!.. Yüceler yücesi, alemlerin efendisi! Sesimi işit... Bana yardım et!...

* * *

_ Bu ne saçmalık! Hafif bir depremi nasıl da yılın olayı yaptılar... Ah şu gazeteciler yok mu!
_ Bence de azizim, tümü saçmalık!.. Bunların hepsi şu bizim işgüzar Alex'in işleri. Haber olacağını bilse, buruşuk anasına bile tuvalet giydirip Paris'te tur attırırdı!..

Salonda toplanan ihtiyar hocalar kahkahalarla güldüler bu espriye. Hocaların hepsi de saçları ak, beyinleri dolu; isimlerinin önünde bir düzine unvan bulunan kimselerdi.

Adele'in hocası Profesör François, deri koltuğa yayılmış, bacak bacak üstüne atmıştı. Ağzındaki pipodan bir nefes çekerek arkadaşlarına döndü:

_ Haydi öyleyse, gidip şu bizim lanetli antikayı görelim... Bakalım çenesi düşüklerin dediği gibi depreme sebep olabilecek kadar kuvvetli miymiş? İhtiyar Oryantalist Noel ellerini çırparak bağırdı:
_ Tabi ya! Durduğumuz kabahat... Haydi hanımlar, kaldırın buruşuk popolarınızı gömüldükleri koltuklardan. Buruşuk kelimesini sevdiği belliydi. En küçük fırsatta cümlelerinin içine yerleştirmekte ustaydı anlaşılan. Gururlu bir tavırla, biraz da alaycı ve çatlak sesiyle devam etti: Ne zaman unuttuk “bin yedi yüz seksen dokuz”u? Biz 14 Temmuz'un çocuklarıyız... Yürüyün, ileri!..

İhtiyar profesörler kalkarak Orta Asya Eserleri Salonu'na doğru yürüdüler. Profesör François, elindeki pipodan nefes çekerek en önden gitmekteydi. Profesör Noel, ona bakarak içinden geçirdi: “Gençken de böyleydi. Sanki zafer kazanmış bir komutan gibi hep önden gider. Burnu kalkık herif!.. Seni üniversite kürsüsüne alanın suratına köpekler işesin e mi!..” İhtiyar François ise kaygısızca, sol eli yeleğinin cebinde, sağ elinde zafer sancağı tutuyormuş gibi tuttuğu piposuyla yürüyodu. Gerçekten de kendini çok beğendiği belliydi. Sorsalar, yirmilik delikanlılarla çekicilik yarışına girebilirdi.

Sonunda salonun kapısına gelmişlerdi. François, kendi evinin salonuna misafir buyur edermiş bir edayla arkadaşlarına hitap etti:
_ Buyurunuz dostlarım. Şu bizim işgüzar Alex'in lanetli balbalını görünüz... Büyük, siyah ahşaptan kapıyı iki eliyle iterek açtı. İçeri önce kendisi girdi.

İhtiyar profesörler, şaşkınlıktan dona kalmışlardı. En çok da François şaşırmıştı. Şaşırdığı kadar da kızmıştı gördüklerine. Hatta geniş suratı, sarkık yanakları kıpkırmızı olmuştu sinirden. Önce kekeledi, sonra gür sesiyle kapıdan dışarı bağırmaya başladı:
_ Güvenlik!.. Güvenlik!.. Yok mu buranın sorumlusu yahu! Neredesiniz eşek herifler!..

Genç bir güvenlik görevlisi ve iki memur koşarak geldiler. Önce odaya bir göz attılar. Gördükleri karşısında onlar da dehşete kapılmış olmalıydı. Önce François'in sinirden kızarmış ablak suratına, titreyen beyaz sakalına, sonra diğer profesörlere aval aval baktılar. François ise daha yeni başlıyordu. Derin bir nefes aldı, tükürürmüş gibi sövüp saymaya başladı:
_ Çağırın, polisleri çağırın!.. Bütün Paris'i ayağa kaldırın! Hatta bakanlığa haber verin. Hırsızlık vakasını bütün yetkili mercilere bildirin. Eşekler, aptallar, beceriksizler!.. Siz nesiniz? Koyun musunuz! İşiniz buranın güvenliği değil mi? Aptal aptal bakmayın suratıma ulan! Koşun haber verin polise! Rezalet, rezalet, rezalet!.. İnanılır gibi değil... Rezalet... Kepazelik...

Oryantalist Noel elini yanındaki Dil Bilimci Pascal'ın omzuna koymuş, olduğu yerde çakılı kalmıştı. Salondaki kaosa inanmayan gözlerle bakıyordu. Pascal ise sanki gözlüklerinde buğu varmış gibi camlarını siliyordu. İhtiyar gözlerinin ona oyun oynadığını zannediyor olmalıydı ki gözlerini ovuşturdu, sonra gözlüğü burnunun üzerine kibarca yerleştirdi. Baktı, baktı. Hayır, korkunç manzara değişmemişti. Herkesin arkasında duran zayıf, güdük, Yahudi dönmesi Fransız Edebiyatı Profesörü Wilhelm ise bir François'in yüzüne, bir salona bakıyor; yalnızca susmakla ve dudaklarını kemirmekle yetiniyordu.

Geniş salonda bulunan bütün tarihi eserler yok olmuştu. Geriye keçi derileri, at pislikleri ve hayvan kemikleri bırakılmıştı. Etrafta iğrenç bir koku hakimdi. Duvarlar adeta tezekle sıvanmıştı. Tavanda ise kocaman bir sığır kafası asılıydı değerli antika avizenin yerine.

Şaşkınlığından ilk ayılan Profesör Noel olmuştu. Hemen kendini toplayarak François'e çıkıştı:
_ Sen ne yapıyorsun azizim? Ortalığı velveleye vermeye gerek yok. Bu olay duyulursa bir daha bize değil üniversite kürsüsünde hocalık, okul kantini bile emanet etmezler. Sakin olalım, düşünelim. Bu işi en azından üniversite konseyi içinde halletmenin bir yolunu bulalım. Öyle değil mi?

François de bir an olsun rahatlamıştı. Derin bir nefes aldı. Her daim sağ elinde tutuğu piposu ilk şaşkınlık anında yere düşmüştü. Onun yokluğunu fark etmiyordu bile. Eski dostu Noel'e döndü:
_ Hay aklınla bin yaşa ihtiyar kurt! Doğru ya, olayı dallandırıp budaklandırmaya gerek yok. Kendi aramızda bir araştırma grubu kurar, hırsızları dört koldan araştırırız. Sonra aklına kötü bir şey gelmiş gibi yüzünü ekşitti: Ama ya konseydekiler? Frank, Anton... Hele senin matematikçi Vert... Onların gönlünü nasıl yaparız?
_ Sen endişe etme. Onları ben ayarlarım. Diğerlerine dönerek: Her şeyi bana bırakın. Ben onların aklını çelerim. Sizin yapmanız gereken tek şey sakinleşip duruma hakim olmak. En çok da sen François. Aman bir aptallık etmeyesin!..

François o derece şaşkın ve çaresizdi ki Noel'e itiraz edemezdi. Şu anda malını mülkünü üstüme yap dese hayır diyecek takati yoktu. Eli ayağı boşalmıştı. İhtiyar bedeni bu adrenaline daha fazla dayanamadı. Oracığa yığıldı kaldı. Zavallının tansiyonu düşmüştü.

* * *

Bozkırda binlerce yıldır süren bir sessizlik hakimdi. Rüzgar hafif hafif esiyor, bodur çalıları dans ettiriyordu. Yalnız arada, çok uzaklardan bir ırmağın çağıldaması, bir kartalın avını takip ederken attığı çığlıklar geliyordu. Sonrası yine sessizlik...

İşte, bozkırda değişen hiçbir şey olmamıştı. Yine her şey yerli yerindeydi. Kadim toprağın geleneklerini bozmaya hiç niyeti yoktu.

* * *

Sizi unuttum mu sandınız? Unutmadım elbet. O dört duvar arasından nasıl kurtuldum merak ediyorsunuzdur. Yüce Tanrı'ya sabah akşam dualar ettim, yakardım. Sesim çıksaydı gökleri çınlatırdım. Gözlerim yaş akıtsaydı seller gibi gözyaşı dökerdim. Ellerim olsaydı saçımı başımı yolar, yüzümü tırnaklarımla parçalardım. Oluk gibi kanımı akıtırdım Tanrı'ya kurban diye...

Bunları yapamazdım ama içimden, ta derinlerimden dualar ettim. Kalbim de dış bedenim gibi taştan oyulmuş olabilir, ama beni toprağımdan ayıran o insanlardan çok daha büyük hisler vardır içinde.

Gecelerce dua ettim, göklere yakardım. Sonunda Yüce Gök Tanrı sesimi duydu. Bana yardım için şamanların atası Arkıl Ata'nın ruhunu yolladı. Arkıl Ata, ak kısrağı Pura'nın üstünde geldi. Beni tek eliyle kaldırarak atının terkisine aldı. Kendisi çok şakacı biridir. Ardımızda bıraktığımız keçi derileri, hayvan kemikleri onun eseridir. At pislikleri de sanırsam Pura'nın marifeti!..

İşte, size öykümü anlattım. Dostlarım, sakın ısrar etmeyesiniz. Yalvarsanız da yakarsanız da kimi koruduğumu söylemem. Yüzlerce yıldır ağzımı dahi açmadım. Sırrımı bozkırın en derinlerine gömdüm. Ulu Hayat Ağacı'nın kökleri gibi en derinlere gizledim bildiklerimi. Bu yüzden ısrar etmeyin sakın. Anlatamam... Gök Tanrı'ya söz verdim ben.

Beni bu topraktan çekip almaya çalışacak bir kişi daha olursa, tepesine yıldırımlar düşsün! Başına kayalar yuvarlansın! Ben, kıyamete kadar ulu hakanımızın değerli kemiklerinin bekçiliğini yapacağım. Gök Tanrı size selamet versin. Bozkırın ruhu sizinle olsun. Hoşçakalın dostlarım...


08.11.2014



21 Temmuz 2014 Pazartesi

rüzgar atlar




kısa öykü



   Güneş ışıklarıyla birlikte ırmak ruhları da uyanır. Sular bembeyaz köpürür. Marallar, vahşi atlar, masmavi sularda yunarlar. Kuşlar, ağaç dallarında sabah şarkılarını söylerler: “Günaydın... Günaydın...” Ormanın ruhları uyanır; ağaçları silkeler. Rüzgarın ruhları uyanır; çimenleri, kuru otları uyarır hafif dokunuşlarıyla...

   Altın Dağ, her sabah selam durur doğan güneşe. Göğsünü gere gere bakar üstten bozkıra. Altın Dağ'ın tepesinde dört mevsim kar vardır. Balasagun'un aksakalları gibi bembeyazdır başı. Binlerce yıldır bilgece yönetir bozkırı.

   Gemsiz, yularsız vahşi yılkılar, Gök Irmak'ın kıyısına kadar koşarlar. Yeleleri ter içinde kalır. Sağrıları alev alev yanar, bacakları titrer. Yine de yılmazlar yol tepmekten, çünkü sonunda mükafat vardır: Gök Irmak'ın buz gibi sularından kana kana içmek, şifa bulmak. İşte, her çiftleşme mevsiminde Gök Irmak'ın kıyısı vahşi atların uğrak yeri olur. Irmağın kuzey yakasında insanlar yoktur. Buraya sadece vahşi at sürüleri hakimdir. Yüzlerce, binlerce toynak, baharda uyanan boz renkli toprağı döver. Kişnemeler, Altın Dağ'ın çam ormanlarına kadar ulaşır. Kayalarda, mağaralarda yankılanır.

* * *

   Derler ki: Bir zamanlar bu bozkır çok kurakmış. O zamanlar burada Gök Irmak akmazmış. Yurdundan göçmek zorunda kalan bir ailenin yolu bu ıssız köşeye düşmüş. Anne ve baba, aç evlatları için endişeleniyormuş. Suları da bitmek üzereymiş. Derken zavallı baba hastalanmış. Bir şafak vakti gözlerini dünyaya yummuş. Bütün aile gözyaşlarına boğulmuş. Çaresizce, babalarını oldukları yere gömmüşler. Herkes umutsuzca gelecek günleri düşünürken, ölen babanın sadık atı Alaturay da mezarın başına eğilmiş, öylece duruyormuş. Adeta sahibinin yattığı yerden kalkmasını bekliyormuş sadık hayvan. Sonunda sahibinin tamamen gittiğini anlayınca, o da içlenip gözyaşı dökmeye başlamış. At o kadar ağlamış ki gözyaşlarından bir ırmak meydana gelmiş. Zavallı hayvan en sonunda dayanamayarak oracığa yığılıp kalmış. Aile, ölen sadık atı da babalarının yanına gömmüş. O zaman bu zamandır bu ırmağa gelen bütün atlar, sudan içtikten sonra başlarını kaldırır ve sahibinin ölümüne dayanamayıp yıkılan sadık Alaturay için dua ederlermiş; tabi kendi dillerince. Irmağın kıyısına yolları düşen oymaklar da mezarı belirsiz o babanın ruhuna dualar gönderirlermiş. Gök Irmak'ın kıyısı adeta ölen adamın ve sadık atının türbesi olmuş.

* * *

   Vahşi atlar, bilinmeyen uzak zamanlardan beri burada buluşurlar. Bu ırmak kıyısında taylarını doğururlar. Bu su, bu toprak, bu hava onları çok güçlü, çok kuvvetli, zinde yapar. Bu diyarda yetişen vahşi atlara hiçbir at denk değildir. Bu toprakların atları rüzgar kadar hızlı koşar, şimşek gibi kişner. Toynakları yerde zelzele etkisi yapar.

   Zamanın en usta kementçileri, en mahir avcıları bile bu atları yakalayamaz. Onlar, adeta efsanevi ataları “Tulpar” gibi kanatlanıp uçarlar. Rüzgarla, bulutlarla, kuşlarla yarışırlar.

   Ey Gök Irmak! Mavi ırmak! Atları, ceylanları, geyikleri, kuşları ve toprağı besleyen kutsal ırmak!.. Sonsuza dek akmaya devam et. Sonsuza dek bu bozkırda bir başına çağılda...



23 Haziran 2014 Pazartesi

DİVÂNÜ LÛGATİT-TÜRK'TEKİ ATASÖZLERİ VE ÖZLÜ SÖZLER (Bölüm 2)

DİVÂNÜ LÛGATİT-TÜRK'TEKİ ATASÖZLERİ VE ÖZLÜ SÖZLER

CİLT II


  1. Yüzge körme erdem tile: Yüze bakma(dış görünüşe bakma), erdem, fazilet ara. [kördi, 8]
  2. Uygur; yıgaç uzun kes, temür kısga kes: Ey Uygur; ağacı uzun kes, demiri kısa kes (çünkü demir ateşte uzatılabilir). [kesdi, 11]
  3. Buşmasar boz kuş tutar, ewmeser ürünğ kuş tutar: Sıkılmayan avcı boz kuş(doğan) tutar, aceleci davranmazsa beyaz kuş tutar. Bu sav, dileğine ermek için aceleci davranmamayı, sabretmeyi öğütler. [buşdum, 12]
  4. İwek sinğek sütge tüşer: Acele eden sinek süte düşer. [tüşdi, 13]
  5. Muş oglı muyavu togar: Kedi yavrusu miyavlayarak doğar (armut dibine düşer, deniyor). [togdı, 14]
  6. Taygan yügürgenni tilkü sewmes: Tazının hızlı koşanını tilki sevmez (hızlı tazı tilkiyi hemen yakalar). Bu sav, arkadaşları arasında faziletle sivrilen kişi için söylenir. Arkadaşları onu çekemezler, ona hınç beslerler. [sevdi, 15] / [taygan, 174, c: 3]
  7. Küç ildin kirse törü tünlüktin çıkar: Zulüm kapıdan girince töre, gelenek görenek bacadan çıkar. [çıkdı, 17] / [küç, 120, c: 3]
  8. Oglan suw töker, uluğ yanı sınur: Çocuk su döker, büyüğün bir yanı incinir. Bu sav, çocuğun yaptığı fenalık yüzünden ana babanın zarar göreceğini anlatır. [tökdi, 19]
  9. İwek ewge tegmes: Acele eden evine varamaz. [tegdi, 19]
  10. Tılın tügmişni tışın yazmas: Dille düğümlenen dişle çözülmez. Bu sav, sözünü yerine getirmesi istenen kişi için söylenir. [tügdi, 20]
  11. Tikmeginçe önmes, tilemeginçe bulmas: (Ağaç) dikilmedikçe bitmez, bir şey aranmadıkça bulunmaz. [tikdi, 20]
  12. Çaksa tütnür, çalsa bilnür: (Çakmak) çakılınca duman tüter, (söz) kulağa çalınınca bilinir. [çaldı, 23]
  13. İl kaldı törü kalmas: Ülke terk edilir, töre terk edilmez. [kaldı, 25] / [törü, 221, c: 3]
  14. Bir karga birle kış kelmes: Bir karga ile kış gelmez. [keldi, 25]
  15. Barığ otru tutsa yokka sanmas: Var olan öne konsa yok sayılmaz (misafire hazır olan şey ikram edilirse, bir şey verilmemiş sayılmaz). [sandı, 28]
  16. Tütüşmeginçe tüzülmes, tüpirmeginçe açılmas: Kavgaya tutuşmayınca düzen olmaz, tipi olmayınca hava açılmaz. [tüpürdi, 71]
  17. Tütün kopursa işlenür: Dumanı kurcalayan islenir. [kopurdı, 72]
  18. Tewi yük kötürse kamıç yeme kötürür: Deve yük götürünce kaşığı da beraberinde götürür. [kötürdi, 75]
  19. Ata oglı ataç togar: Babasının oğlu babasına benzer. [togurdı, 80]
  20. Kökge sagursa yüzge tüşer: Göğe tükürsen yüzüne düşer. Bu sav, büyüğüne fenalık yapanın aynı fenalığa uğrayacağını söyler. [sagurdı, 80] / [sudtı, 439, c: 3]
  21. Er oglı munğadmas, ıt oglı külermes: İnsanoğlu sıkıntıda kalmaz(bir çıkış yolu bulur), köpek yavrusu tökezlemez. [külerdi, 84]
  22. Sögüşüp uruşur otra ton titişür: Sövüşülür, vuruşulur; arada elbise yırtılır. [titişdi, 89]
  23. Edgülükün kel, isizligin kelme: İyilik için gel, kötülük için gelme. [lıkın, likin, 91]
  24. Kiçik uluğka turuşmas, kırguy sonkurka karışmas: Küçük büyüğe karşı duramaz, atmaca doğana karşı koyamaz. [turuşdı, 95]
  25. Tağ tağka kawuşmas, kişi kişige kawuşur: Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. [kawuşdı, 102]
  26. Muş yakrıka tegişmes, ayur kişi nenği yaraşmas: Kedi yüksekteki yağa erişemeyince, elin malı bana yaramaz dermiş. [tegişdi, 105]
  27. Edgülügni suw adakında kemiş başında tile: İyiliği su ayağına at, başında ara. [kemişdi, 112]
  28. Yogurkanda artuk adak kösülse üşiyür: Ayak yorgandan uzun olursa üşür. [kösüldi, 137]
  29. Arslan kökrese at adakı tuşalur: Arslan kükreyince atın ayakları birbirine dolanır. [tuşandı, 146]
  30. Sözge süçünse bulun barır: Söze, lafa dalan tutsak olur. [süçündi, 150]
  31. Küz keligi yazın belgürer: Güzün gelişi yazdan bellidir. [belgürdi, 172]
  32. Erdemsizden kut çertilür: Erdemsiz kişiden şans, talih uzaklaşır. [çertildi, 229]
  33. Tewi silkinse eşekke yük çıkar: Deve silkinse eşeğe yük çıkar. Bu sav, büyük bir şeyi almakla ve küçük şeyi bırakmakla yükümlü olan kişiye söylenir. [silkindi, 246]
  34. Kiçikde katığlansa ulgadu sewnür: Küçükken sıkıntıya katlanan ihtiyarlayınca sevinir. [katığlandı, 268]
  35. Boşlaglansa boxsuklanur: Kafasının dikine giden adamın eli boynuna dolanır. [boşlaglandı, 272]
  36. Tatığ közre tikeniğ tüpre: Tatın(Acem, Fars) gözüne vur, dikeni kökünden sök. Bu sav, Farslar hakkında olduğu gibi Çinliler ve Uygurlar(Budist Uygurlardan bahsediyor) hakkında da söylenir; çünkü onlar vefasızdır. Dikenin hakkı kökünden kazılmak olduğu gibi Uygur'un hakkı da gözüne vurulmaktır. [Tat, 280]
  37. Kılıç tatıksa ış yınçur, er Tatıksa et yınçur: Kılıç paslanırsa iş kötüleşir, er Tatlaşırsa(Farslılaşırsa, yabancılaşırsa) kanı bozulur. Bu sav, yiğitlikle emrolunan kişi hakkında ve her şeyin kendi cinsiyle yaşaması gerektiği yolunda söylenir. [tat, 281]
  38. Er sözi bir, eder köki üç: Er kişinin sözü bir, eyerin bağı üç olur. [kök, 283]
  39. İkki bogra igeşür, otra kökegün yançılur: İki boğa boğuşur, arada sinekler ezilir. [kökegün, 287]
  40. Alın arslan tutar, küçün kösgük tutmas: Hileyle arslan tutulur, güçle bostan korkuluğu tutulmaz. [kösgük, 289] Bu savın farklı şekli: Alın arslan tutar, küçin sıçgan tutmas: Hileyle arslan tutulur, güçle sıçan tutulmaz. [arslan, 412]
  41. Eliğ tutgınça ot tut: Kefil olacağına ateş tut(daha iyidir). [tuttı, 292]
  42. Ödlek karıtmışka boduğ talkımas: Zamanın yaşlandırdığı kişiye boya(makyaj) ayıp sayılmaz. [karıttı, 304]
  43. Atası açığ almıla yese oglınınğ tışı kamar: Babası ekşi elma yese oğlunun dişi kamaşır. Bu sav, babanın yaptığı kötülük yüzünden oğlu suçlandığı zaman söylenir. [kamattı, 311] Bu savın farklı şekli: Atası anası açığ alımla yese oğlı kızı tışı kamar: Babası anası ekşi elma yese, oğulun kızın dişi kamaşır. [kamadı, 272, c: 3]
  44. Arı kafçıtsa ısrur: Arıyı kızdırırsan sokar. Bu sav, bir fitneye bulaşıp da o kötülüğe yakalanan adam için söylenir. [kafçıttı, 329]
  45. Saçratgudın korkmış kuş kırk yıl adrı yıgaç üze konmas: Tuzaktan korkmuş kuş, kırk yıl çatal biçimli dal üzerine konmaz. [saçrattı, 331]

CİLT III


  1. Yüfüşlüğ kelin küdegü yafaş bulur: Armağanlı(çeyizli) gelin damadı iyi huylu bulur. [yüfüş, 11]
  2. Iş yarağında, sart asığında: İş fırsatında, tüccar kar peşinde (tüccar kazanç için her şeyini satar demek istemiş). [yarağ, 13]
  3. Oprak yasıkdın tozluğ ya çıkar: Eski gedeleçten(yay kabı) tozlu yay çıkar. [yasık, 16]
  4. Yitükliğ anası koyun açar: Bir şeyini kaybeden anasının koynunda arar. Bu sav, bir şey yitiren kimsenin onu her yerde arama hakkının olduğunu anlatır. [yitük, 18]
  5. Telim sözüğ uksa bolmas, yalım kaya yıksa bolmas: Çok sözü anlayamayız, yalçın kayayı yıkamayız. Bu sav, sözü uzatmamayı emreder. [yalım, 19]
  6. Yarın bulgansa il bulganur: Kürek kemiği karışırsa ülke karışır (Besim Atalay'ın açıklaması: Eski Türkler hayvanın kürek kemiğine bakarak fal açarlarmış. Kürek kemiğinde gördükleri şeylerden birtakım hükümler çıkarırlarmış). [yarın, 21]
  7. Kiminğ bile kaş bolsa yaşın yakmas: Kimin yanında kaş bulunursa onu şimşek yakmaz. “Kaş” lekesiz, saf, beyaz bir taştır. Yüzüklere konur. Yüzüğün sahibine şimşek dokunmaz; çünkü yaradılışı böyledir. Bu taş bir beze sarılıp da ateşe atılırsa ne bez yanar ne taş. Bu sınanmıştır. Bir adam susadığı zaman bu taşı ağzına alsa susuzluğu gider. [yaşın, 22]
  8. Barçın yamağı barçınka, karış yamağı karışka: İpekli kumaş yaması ipekliye, yünlü kumaş yaması yünlüye. Bu sav, cinsi cinsine çeker demek için kullanılır. [yamağ, 28]
  9. Ötlüğ yinçü yirde kalmas: Delikli inci yerde kalmaz. Bu sav, cariyelerin uzun zaman bakire kalamayacaklarını, onları bir alanın bulunacağını anlatır. [yinçü, 30]
  10. Aş tatığı tuz, yogrın yemes: Aşın tadı tuzdur, tuz çanakla yenmez. Bu sav, işlerde iktisatla hareket etmeyi öğütler. [yogrı, 31]
  11. Kara munğ kelmeginçe Kara Yalga keçme: Kara bela gelmediği sürece Kara Yalga'yı geçme (Kara Yalga, Türkistan ile Fergana arasında sarp bir yerin adıdır. Orası hep karlıdır, geçit vermez). [yalga, 32]
  12. Anası tewlük yuwka yapar, oğlı tetik koşa kapar: Anası kurnaz, yufkayı ince yapar; oğlu da hızlıdır, yufkaları ikişer ikişer kapar. Bu sav, iki kurnaz kişi karşılaştığı zaman söylenir. [yuwka, 33]
  13. Neçeme obrak kedük erse yagmurka yarar: Elbise ne kadar yıpranmış olsa da yağmurdan korunmaya yarar. [yamgur, 38]
  14. Yılan yarpuzdın kaçar, kança barsa yarpuz utru kelür: Yılan yarpuzdan(firavun faresi) kaçar, ama nereye gitse yine onunla karşılaşır. [yarpuz, 39]
  15. Yatnınğ yağlığ tiküsinden öznünğ kanlığ yudruk yeğ: Yabancının yağlı lokmasındansa kendinin kanlı yumruğu daha iyidir. Bu sav, akrabaların arası açıldığı zaman uzlaştırmak için söylenen bir sözdür. [yudruk, 42]
  16. Yagınğ erse kerek yundakı tegir: Düşmanın olsa da gübresi kalır. Düşmanın bile mal sahibi olması yaraşır. Ondan hiçbir şey kalmasa bile en azından atının gübresi kalır, onu yakarak faydalanırsın. [yundak, 44]
  17. Yaş ot köymes, yalafar ölmes: Yaş ot yanmaz, elçi ölmez(elçiye zeval olmaz). [yalafar, 47]
  18. Yıparlığ kesürgüdin yıpar kitse yidi kalır: Kaptan amber boşalsa da kokusu kalır. [yıparlığ, 48]
  19. Tapuğ taş yarar, taş başığ yarar: Hizmet taşı bile yarar, taş başı yarar. Bu sav, efendisinden iyilik gören yahut onu düşmanlarına karşı koruyan hizmetçi için söylenir. [yerdi, 58]
  20. Yazmas atım bolmas, yanılmas bilge bolmas: Şaşmayan atış olmaz, yanılmayan bilgin olmaz. [yazdı, 59]
  21. Tewey münüp koy ara yaşmas: Deveye binip koyunların arasında saklanılmaz. Bu sav, yayıldıktan, duyulduktan sonra gizlenmeye çabalanan iş için söylenir. [yaşdı, 60]
  22. Kutluğka koşa yagar: Şanslıya nimet çifter çifter yağar. [yagdı, 60]
  23. Yalnğuk menğgü tirilmes, sınka kirüb kirü yanmas: Kişi ebediyen yaşamaz, mezara giren geri dönmez. [yandı, 64]
  24. Kanığ kan bile yumas: Kan kanla temizlenmez. [yudı, 66] / [kan, 157]
  25. Ata tonı ogulka yarasa atasın tilemes: Atasının elbisesi oğula olursa atasını istemez (mirasa kavuştuktan sonra babasını istemez). Bu savda başka bir anlam daha vardır: Artık yetişkin olan evlat babasına muhtaç olmaz. [yaradı, 87]
  26. Tünle yorup kündüz sewnür, kiçikde eflenip ulgadu sewnür: Geceleyin yürüyen gündüz sevinir, erken yaşta evlenen yaşlılığında sevinir. [yorıdı, 87]
  27. Kişi sözleşü, yılkı yıdlaşu: İnsanlar konuşarak, hayvanlar koklaşarak (anlaşır). [yıdlaşdı, 104]
  28. Bor bolmadıp sirke bolma: Şarap olmadan sirke olma. Bu sav, büyüklük taslayan çocuk için söylenir. [bor, 121]
  29. Kolan kuduğka tüşse kurbaka aygır bolur: Eşek kuyuya düşünce kurbağa aygır olur (Her horoz kendi çöplüğünde öter, denmektedir). [kur, 122]
  30. Buzdan suw tamar: Buzdan su damlar. Bu sav, huyu babasının huyuna benzeyen evlat için söylenir. [buz, 123]
  31. Korkmış kişige koy başı koş körünür: Korkmuş kişiye koyunun başı çift görünür. Bu sav, bir şeyden korkan ve her an bir hayal görerek sıçrayan kişi için söylenir. [koş, 126]
  32. Suw bermeske süt ber: Su vermeyene süt ver. Sana kötülük edene sen iyilik et, diyor. [suw, 129]
  33. Yawlak tıllığ begden kerü yalnus tul yeğ: Fena dilli kocadansa yalnız dul olmak iyidir. [tul, 133]
  34. Yalnğuk oglı munsuz bolmas: İnsanoğlu hatasız olmaz. [mun, 140]
  35. Oglan ışı ış bolmas, oglak münğüzi sap bolmas: Çocuğun yaptığı iş iş olmaz, oğlak boynuzundan bıçak sapı olmaz. [sap, 145]
  36. Taz at tafarçı bolmas: Alacalı at yük atı olmaz; çünkü onun tırnağı kötüdür. [taz, 148]
  37. Köni barır keyikninğ közinde adın başı yok: Düz giden(kafasının dikine giden) geyiğin gözünden başka yarası yoktur. Bu sav, ağır işe atılıp da herkes tarafından kınanan kimse için söylenir. [baş, 151]
  38. Yazın katıglansa kışın sewnür: Yazın çalışan kışın sevinir. [yaz, 159]
  39. Bilmiş yek bilmedük kişidin yeğ: Tanıdığın şeytan tanımadığın adamdan iyidir. [yek, 160]
  40. Küz keligi yayın belgülüğ: Kışın gelişi yazdan bellidir. [yay, 160]
  41. Tayak bile taymas, tanuk sözün bütmes: Dayanağı olanın ayağı kaymaz, tanığın sözüne güven olmaz. [tayak, 166]
  42. Tewey bedük erse mayakı bedük ermes: Deve büyükse de pisliği büyük olmaz. Bu sav, kendinde büyüklük gören kimseye söylenir. [mayak, 167]
  43. Otağka öpkelep süge sözlemedük: Otağa(dostlarına) öfkelenip askerle konuşmuyor. Bu sav, birisinin işlediği iş yüzünden, öbür arkadaşlarına kızarak konuşmayan kişi için söylenir. [, 208]
  44. Kurmış kiriş tügülmes, ukrukun tağ egilmes: Kurulmuş kiriş düğümlenmez, kementle dağ eğilmez. Bu sav, yetersiz araçlarla büyük işe girişen kişiye söylenir. [ya, 215]
  45. Böri koşnısın yemes: Kurt komşusunu yemez. [böri, 220]
  46. Kowı er kuduğka kirse yel alır: Talihsiz adam kuyuya girse, onu (orada bile) yel alır götürür. [kowı, 226]
  47. Kuş balası kusınçığ, ıt balası oxşançığ: Kuş yavrusu kusturacak kadar çirkindir, köpek yavrusu okşanacak kadar sevimlidir (Büyüyünce işler değişir, köpek saldırgan olur demek istiyor). [bala, 232]
  48. Tamu kapuğın açar tawar: Cehennem kapısını açan maldır. Malını mülkünü iyiliğe harcamayanlar için söylenmiştir. [tamu, 234]
  49. Künininğ küline tegü yagı: Kuma diğer kumanın külüne bile düşmandır. [küni, 237]
  50. Bugday katında sarkaç suwalur: Buğdayın yanında yabani ot da sulanır. Bu sav, arkadaşı yanında iyiliğe erişen kişi için söylenir. [bugday, 240]
  51. Kizlençü kelinde: Gizli şey gelinde bulunur. Bunun sebebi; gelin iyi şeyleri hep kocasına saklar. [kizlençü, 242]
  52. Bir tilkü terisin ikile soymas: Bir tilki derisi iki kez soyulmaz. [soydı, 244]
  53. Yazıda böri ulısa ewde ıt bagrı tartışur: Kırda kurt ulusa evdeki köpeğin yüreği sızlar. Bu sav, akrabaların bağlarına işaret eder. [ulıdı, 255]
  54. Kedüklüğ ölimes, küfeçliğ kürimes: Kepeneği(yağmurluğu) olan adam ıslanmaz, gemi olan at huysuzlanmaz. Bu sav, her işte hazırlıklı olmayı öğütler. [ölidi, 256]
  55. Kişi eti tiriğle tatır: İnsan eti diriyken tatlıdır (Besim Atalay'ın açıklaması: İnsan sağ iken tatlıdır. Öldüğünde herkes ondan kaçar). [tatıdı, 257]
  56. Kurtga büdik bilmes, yerim tar ter: Kocakarı oynamayı bilmez, yerim dar dermiş. [büdidi, 259]
  57. Arslan karısa sıçgan ötin ködezür: Arslan kocayınca (avlanmak için) sıçan deliğini gözetir. [karıdı, 263]
  58. Tegirmende togmış sıçgan kök kökreginge korkmas: Değirmende doğmuş sıçan gök gürültüsünden korkmaz. Bu sav, sıkıntılı işler içinde yoğrulmuş olan adam küçük işlerle korkutulamaz demek için söylenir. [kökredi, 282]
  59. Yakrı yağı yağsımas: İçyağı asıl yağın yerini tutmaz. [yağsıdı, 305]
  60. Tenğsizde tegirmen turgursa yarağsızda yar barır: Uygunsuz yere değirmen yaparsan kötü zamanda uçurum oluşur. Bu sav, vaktinden başka bir zamanda iş yapan kişi için söylenir. [tenğ, 355]
  61. Kinğ ton opramas, keneşliğ bilig artamas: Geniş elbise yıpranmaz, danışarak alınan bilgi bozulmaz. [kinğ, 358]
  62. Kuş tuzakka menğ uçun ılınur: Kuş tuzağa yem yüzünden yakalanır. [menğ, 358]
  63. Erge munğ tegir, tag senirinğe yel tegir: Er kişiye sıkıntı değer, dağın tepesine yel değer (Dağa yelin çarpıp sonra geçtiği gibi sıkıntı da insandan gelir geçer). [munğ, 360]
  64. Birin birin minğ bolur, tama tama köl bolur: Birer birer bin olur, damlaya damlaya göl olur. [minğ, 360]
  65. Süsegen udka Tengri münğüz bermes: Boynuzlayan(etrafa zarar veren) öküze Tanrı boynuz vermez. Bu sav, bir işi isteyip de yapamayan kişi için söylenir ki o adam işini yapsaydı insanlara zararlı olacaktı. [münğüz, 363]
  66. Közden yırasa könğülden yeme yırar: Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. [könğül, 366]
  67. Edgü er sünğüki erir, atı kalır: İyi adamın kemikleri çürür, ardında adı kalır. [sünğük, 367] Bu savın farklı şekli: Yalnğuk oglı yokadur, edgü atı kalır: İnsanoğlu yok olur, geride iyi adı kalır. [yalnğuk, 384]
  68. Kalınğ berse kız alır, kerek bolsa kız alır: Çeyizi veren kız alır; (bir şeye) çok ihtiyacı olan pahalıya da alır. [kalınğ, 371]
  69. Öküş sewinç bolsa katığ oxsunur: Çok sevinen çok üzülür. [sewinç, 373]
  70. Toyın tapuğsak, Tengri sefinçsiz: Toyun(Gayrımüslim din adamı) tapınmak ister, ama Tanrı memnun olmaz. Bu sav, başka birine bir iş yaparak iyi ettiğini zanneden fakat kendisinden iğrenilen kimse için söylenir. [Tengri, 376]
  71. Yazmas atım yagmur, yanğılmas bilge yanğku: Usta atıcı yağmurdur (attığı hedef şaşmaz), yanılmaz bilge kişi yankıdır (ne söylersen o şekilde yanıtlar). Bu sav, yanlış bir iş yapıp da özür dileyen kimse için söylenir. [yanğku, 379]
  72. İki koçnğar başı bir aşaçta pışmas: İki koç başı bir tencerede pişmez. [koçnğar, 381]
  73. Kanğdaş kuma urur, igdiş örü tartar: Babası bir kardeşler (kıskançlıkla) çok dövüşür, anası bir kardeşler (sevgi bağıyla) birbirine yardım eder. [kanğdaş, 382]
  74. Yalnğus kaz ötmes: Yalnız kaz ötmez. [yalnğus, 384]
  75. Karı öküz balduka korkmas: Yaşlı öküz baltadan korkmaz. [korkdı, 421]
  76. Suw körmekinçe etük tartma: Suyu görmedikçe pabuç çıkarma. [tarttı, 426]
  77. Yalksa yeme yag edgü, köyse yeme kün edgü: Bıktırsa bile yağ iyidir, yaksa bile güneş (kapalı havadan) iyidir. [yalkdı, 435]


KAYNAK:

*   Kaşgarlı Mahmud, Divânü Lugati't-Türk (Çeviri: Besim Atalay), TDK Yayınları, Ankara, 2013



DİVÂNÜ LÛGATİT-TÜRK'TEKİ ATASÖZLERİ VE ÖZLÜ SÖZLER (Bölüm 1)

BİRKAÇ SÖZ

   Divânü Lûgatit-Türk, Türkçe'nin ilk büyük sözlüğüdür. Yazarı Kaşgarlı Mahmud,
Hakaniye(Karahanlı) soyundan gelmektedir (Doğum: 1008). 1057'de babası ve dedesine yapılan
suikastten sonra kaçmış, yıllarca Türk diyarlarında dolaşmıştır. Türkistan coğrafyasını dolaşmış,
Türklere ait kelimeleri, sözleri, şiirleri; hatta adetleri, gelenekleri toplamış, bu ansiklopedik
nitelikteki sözlüğüne yerleştirmiştir.

   Kaşgarlı'yı 1072 yılında Bağdat'ta görüyoruz. Bu dev eseri, 25 Ocak 1072 tarihinde kaleme
almaya başlamış, 10 Şubat 1074'te tamamlayabilmiştir. Eserini Abbasi Halifesi El-Muktedî
Biemrillâh'a sunmuştur.

   Eserin dili Arapça'dır. Sadece anlamları verilen kelimeler yani madde başları, maddelere örnek
olarak verilen cümleler, atasözleri ve şiir parçaları Türkçe'dir. Açıklamalar ve Kaşgarlı'nın yazdığı
önsöz tamamen Arap diliyle yazılmıştır. Bunun sebebi de Kaşgarlı'nın hem Araplar'a Türkçe'yi
öğretmek istemesi hem de Türkçe'nin erginliğini ispat etmek istemesidir.

   Başta da söylediğim gibi bu eser sadece bir sözlük değil, Türk kültürüne açılan ansiklopedik bir
kaynaktır. Bu yüzden içinde barındırdığı atasözleri ve özlü halk deyişleri çok önemlidir. Bu
çalışmada işte bu atasözlerinin tamamı gözler önüne serilecektir.


Mert KARSLIOĞLU
2014, İZMİR



DİVÂNÜ LÛGATİT-TÜRK'TEKİ ATASÖZLERİ VE ÖZLÜ SÖZLER

CİLT I


  1. Kuş kanatın er atın: Kuş kanadıyla, er atıyla (değerlidir). [at, 34]
  2. İm bilse er ölmes: Parolayı bilen er ölmez. [im, 38]
  3. Ermegüge eşik art bolur: Tembele eşik dağ beli olur. [art, 42]
  4. Ot tise agız köymes: Ateş demekle ağız yanmaz. Bu sav, söylediği sözden cayan kimse için söylenir. [ot, 43]
  5. Tilkü öz inge ürse uduz bolur: Tilki kendi yuvasını hor görürse uyuz olur. Bu sav, ilini, boyunu, şehrini inkar eden, yeren kişi için söylenir. [uduz, 54] / [yin, 5, c: 3]
  6. Agız yise köz uyadur: Ağız yese göz utanır. Bu sav, birisinin armağanını yeyip de işini görmeyen ve sıkılan kişi için söylenir. [agız, 55]
  7. Öküz adakı bolgınça buzagu başı bolsa yeğ: Öküzün ayağı olacağına buzağının başı olmak yeğdir. Bu sav, “başlı başına bulunmak, başkasına uyuntu olmaktan iyidir” demek için kullanılır. [öküz, 59]
  8. Avçı neçe al bilse adıg ança yol bilir: Avcı ne kadar hile bilirse ayı da o kadar yol(kaçacak yol) bilir. Bu sav, iki kurnaz kişi karşılaştığı zaman söylenir. [adıg, 63]
  9. Agılda oglak togsa arıkda otı öner: Ağılda oğlak doğsa arkta(ırmakta) otu biter. Bu sav, “azık için kaygı çekme” diyecek yerde kullanılır. [arık, 65]
  10. Uluk yagırı ogulka kalır: Omuzbaşındaki yara oğula kalır. Çünkü sinirlerin ek yerleri orada toplanır ve kolay kolay iyi olmaz. [uluk, 68] / farklı versiyon; Keriş yagrı ogulka kalır: Sırt yarası oğula kalır, demektir; çünkü orası oynak yerdir, kolay kolay iyileşmez. [keriş, 370]
  11. Künde irük yok, begde kıyık yok: Güneşte gedik(çatlak) yok, beyde cayma(sözünden dönme) yok. Bu sav, beylerin verdikleri sözden dönmemeleri için söylenir. [irük, 70]
  12. Erik erini yaglığ ermegü başı kanlığ: Çalışan adamın dudağı yağlıdır, tembel adamın başı kanlıdır. [erik, 70]
  13. Alımçı arslan berimçi sıçgan: Alacaklı arslan (gibidir), borçlu sıçan (gibidir). [alım, 75] / [berim, 409, c: 1]
  14. Aç ne yemes, tok ne temes: Aç ne yemez, tok ne demez (Aç olan insan her şeyi yer; tok olan aç olana her şeyi söyler). [, 79]
  15. İgliğ tutrugı ad bolır: Hastanın vasiyet etmesi iyilik getirir. Bu sav, vasiyet etmesi arzu edilen kişi hakkında söylenir. [ad, 79]
  16. Alın arslan tutar, küçin oyuk tutmas: Hileyle arslan bile tutulur, güç kuvvetle bostandaki oyuk bile tutulmaz. Bu sav, kuvvetten aciz kalan bir kimse için, işinde bir çare kullanması yolunda söylenir. [al, 81]
  17. Ay tolun bolsa eligin imlemes: Ay tolun(dolunay) olunca elle gösterilmez; çünkü onu her gözü olan görebilir. [ay, 82, c: 1] / [imledim, 287, c: 1]
  18. Kişi alası içtin yılkı alası taştın: İnsanın alası içinde, hayvanın alası dışında. Bu sav, yaltaklanarak muhalefetini ve hıyanetini gizlemek isteyen kimse için söylenir. [ala, 91]
  19. Ula bolsa yol azmas, bilig bolsa söz yazmas: Yolda işaret olunca yol şaşmaz, bilgi olunca söz şaşmaz. [ula, 92] (ula: kırda yolu gösteren işaret taşı)
  20. Uma kelse kut kelir: Misafir gelince kut(uğur) gelir. [uma, 92]
  21. Yurt kiçük bolsa aut bedük ur: Delik küçük olsa da tıpayı büyük vur. [aut, 93]
  22. Yırak yer sawın arkış keldürür: Uzak yerin sözünü(haberini) kervan getirir. [arkış, 97]
  23. Adın kişi nenği nenğ sanmas: Başkasının malı mal sayılmaz (Başkasının malından hayır gelmez). [adruk, 98]
  24. Ortak erden artuk almas: Ortak, ortağının artığını almaz. [ortak, 99]
  25. Tagığ ukrukın egmes, tenğizni kaygıkın bügmes: Dağı kementle eğemezsin, denizi kayıkla kapayamazsın. [ukruk, 100]
  26. Kaz kopsa ördek köliğ igenür: Kaz gidince ördek gölü sahiplenir. [ördek, 103]
  27. Ersek erge tegmes, iwek ewge tegmes: Orospu koca bulamaz, acele eden eve varamaz. [ersek, 104]
  28. İzlik bolsa er öldimes, içlik bolsa at yagrımas: Çarık giyen adam ölmez, keçesi olan(atın eyerinin altına konulan yumuşak keçe) at yaralanmaz. [izlik, 104]
  29. Endik uma ewlikni agırlar: Budala misafir ev sahibini ağırlar. [endik, 105]
  30. Erdem başı tıl: Erdemin, ahlakın başı dildir. [erdem, 107] / [tıl, 336, c: 1] / [tıl, 133, c: 3]
  31. Emgek eginde kalmas: Emek (sıkıntı) sırtta kalmaz. [emgek, 110]
  32. Oglak yiliksiz oglan biligsiz: Oğlak(keçi yavrusu) iliksiz, oğlan(küçük çocuk) bilgisiz olur. [oglak, 119]
  33. Inğan ınğrasa botu bozlar: Dişi deve inleyince boduk(deve yavrusu) ses verir. Bu sav, akrabaların birbirlerine olan yakınlıklarını anlatır. [ınğan, 120]
  34. Beş ernğek tüz ermes: Beş parmak düz olmaz (Beş parmağın beşi bir değil). [ernğek, 121]
  35. Arpasız at aşumas, arkasız alp çeriğ sıyumas: Arpasız at koşamaz, arkasız(destekçisi olmayan) yiğit düşmanı bozamaz. [arpa, 123]
  36. Yılan kendü egrisin bilmes tewi boynın egri tir: Yılan kendi eğrisini bilmez, deveye boynun eğri der. [egri, 127]
  37. Arkasız er çeriğ sıyumas: Arkası olmayan er(yiğit) düşmanını yenemez. [arka, 128]
  38. Ermegüge bulıt yük bolur: Üşengeç kişiye bulut bile yük olur. [ermegü, 138]
  39. Alp eriğ yawrıtma, ıkılaç arkasın yagrıtma: Yiğide kötülük etme, yüğrük atın (hızlı koşan at) sırtını yaralama. [ıkılaç, 139]
  40. Açıglığ er şebük karımas: Varlıklı kişi çabuk yaşlanmaz. [açıglığ, 147]
  41. Azukluğ aruk ermes: Azığı(erzağı) olan adam yorulmaz. [azukluğ, 148]
  42. Emikliğ uragut kösekçi bolur: Emzikli(çocuk emziren) kadın iştahlı olur. [emikliğ, 153]
  43. Taşığ ısrumasa öpmiş kerek: Taşı ısıramayan öpmelidir (bugün: bükemediğin bileği öp, denir). [öpdi, 163]
  44. Kümüş künge ursa altun adakın kelir: Gümüş güneşe konunca altın ayağıyla gelir (bugün: kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez, denir). [urdı, 164]
  45. Otuğ odguç birle öçürmes: Ateş alevle söndürülmez. [öçürdi, 176]
  46. Etli tırnğaklı edirmes: Et tırnaktan ayrılmaz. [edirdi, 177]
  47. It ısırmas at tepmes time: İt ısırmaz, at tepmez deme; çünkü onların yaratılışı öyledir. [ısırdı, 178]
  48. Alplar birle uruşma, begler birle turuşma: Yiğitlerle vuruşma(savaşma), beylerle duruşma(onlara karşı direnme). [uruşdı, 182]
  49. İkki bogra igeşür otra kökegün yançılur: İki boğa dövüşür, arada sinek incinir. Bu sav, iki beyin çarpışmasında arada zayıfların ezilmesi üzerine söylenir. [igeşdi, 187]
  50. Usukmışa sakığ kamuğ suw körünür: Susamış olana serap bütünüyle su görünür. Bu sav, ihtiyacı olduğu nesnenin her şey tarafından yerine getirileceğini sanan kimse için söylenir. [usuktı, 191]
  51. Yalnğuk ürülmiş kap ol, agzı yazlıp alkınur: İnsanoğlu şişirilmiş tulum gibidir, ağzı açıldığında havası söner. [ürüldi, 195]
  52. Kuruğ yıgaç egilmes, kurmış kiriş tügülmes: Kuru ağaç eğilmez, kurulmuş kiriş düğümlenmez. [egildi, 198]
  53. Ögüngüçi üminde artatur: Kendini öven donunu pisletir. [ögündi, 203]
  54. Tay atatsa at tınur, ogul eredse ata tınur: Tay büyüyünce at dinlenir, oğul yetişince baba dinlenir. [atattı, 206]
  55. Tolum anutsa kulun bulur, tolum unutsa bulun bolur: Silahını hazırlayan tay da bulur, silahını unutan tutsak olur. Bu sav, her işte hazırlıklı bulunmayı emreder. [anuttu, 215]
  56. Suw içürmesge süt ber: Su içirmeyene süt ver. “Sana kötülük edene iyilik et” demektir. [içtürdi, 218]
  57. Tüzün birle uruş, utun birle üsterme: Yumuşak huylu kimseyle çarpış, alçak kimseyle yarışma; çünkü alçak kimse kabarır, kötülük eder. [üsterdi, 221]
  58. Bütün ümlüğ kança kolsa olturur: Donu sağlam olan nereye isterse oturur. Bu sav, temiz olanın hiçbir suçlamayla lekelenemeyeceğini bildirir. [olturdı, 224]
  59. Us üşgürse ölür: Akbaba bir adamın yüzüne karşı öterse uğur sayılmaz. Bu ölüme işarettir. [üşgürdi, 228]
  60. Kenğeşlig bilig üdreşür, kenğeşsiz bilig obraşur: Danışmayla olan bilgi güzelleşir, danışıksız olan bilgi yıpranır. [obraştı, 231]
  61. Sınamasa arsıkar, sakınmasa utsukar: İnsan sınamasa aldanır, sakınmasa utulur(yenilir). [utsuktı, 242]
  62. Tünle bulıt örtense ewlük urı keldürmişçe bolur. Tanda bulıt örtense ewge yagı kirmişçe bolur: Akşam vakti bulut kızarırsa kadın oğlu olmuş gibi sevinir. Sabah vakti bulut kızarırsa eve düşman girmiş gibi olur. Türkler, sabahleyin bulutun kızarmasını uğur saymazlar. [örtendi, 251]
  63. Yakadakı yalgagalı eligdeki ıçgınur: Yakadakini yalayacağım diye uğraşan elindekini de kaybeder (bugün: Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak, deyişi vardır). [ıçgındı, 253] / [yalgadı, 307, c: 3]
  64. Karga kazga ötgünse butı sınur: Karga kaza özenirse (onun gibi uçmaya çalışırsa) ayağı kırılır. [ötgündi, 254]
  65. Bir toyın başı agrısa kamuğ toyın başı agrımas: Bir toyun(gayri-müslim din büyüğü) başı ağrıdı diye bütün toyların başı da ağrımaz. Bu sav, arkadaşları bir şey istedikleri, kabullendikleri ve yedikleri halde, birinin bunu istememesi halinde söylenir. [agrıdı, 273]
  66. Sakak bıçar sakal oxşar: (Gizlice) çeneyi keser, sakalı okşar. Bu sav, hilesini dalkavuklukla saklayan kimse için söylenir. [oxşadım, 282] / [sakak, 286, c: 2]
  67. Alım keç kalsa adaklanur: Alacak(borç) geç kalırsa alacaklı ayaklanır. [adaklandı, 293]
  68. Ulugnı uluglasa kut bulur: İhtiyara saygı gösteren kişi kut(mutluluk, uğur) bulur. [ulugladı, 304]
  69. Yagını aşaklasa başka çıkar: Düşman küçümsenirse başa çıkar(tepene çıkar). [aşakladı, 305]
  70. Köp sögütge kuş konar, körklüğ kişige söz kelir: Gür söğüde kuş konar, güzel kişiye söz gelir. [köp, 319]
  71. Yıgaç uçunga yel tegir, körklüğ kişige söz kelir: Ağacın ucuna yel değer, güzel kişiye söz gelir. [köp, 319]
  72. Kim kür bolsa köwez bolur: Kabadayı olan adam kurumlu olur. [kür, 325]
  73. Kuzda kar eksümes, koyda yağ eksümes: Kuzeyde(dağın kuzey yamacında) kar eksik olmaz, koyunda yağ eksik olmaz. [kuz, 325]
  74. Kız kişi sawı yorıglı bolmas: Pinti adamın sözü(ünü, şöhreti) yayılmaz. Bu sav, adının iyi çıkması ve övülmesi için cömertlikle emredilen kimseye söylenir. [kız kişi, 326]
  75. Boş nenğge idi bolmas: Başıboş bırakılan malın sahibi olmaz. Bu sav, kendi malını koruması gereken kişi için söylenir. [boş, 330]
  76. Kış konukı ot: Kışın konuğu ateştir. [kış, 332]
  77. Kul yagı ıt böri: Kul düşman, köpek kurttur. Bu sav, kölenin efendisine karşı sevgisinin olmadığını göstermek için söylenir. [kul, 336]
  78. Kül ürkünçe köz ürse yik: Küle üflemektense köze üflemek daha iyidir. Bu sav, küçük işleri bırakıp büyük işler yapmayı öğütler. [kül, 337]
  79. Künge baksa köz kamar: Güneşe bakanın gözü kamaşır. [kün, 340]
  80. Kırk yılka tegin bay çıgay tüzlinür: Kırk yıla kadar zenginle fakir eşitlenir (Ölümle ya da zamanın değişmeleriyle zengin ile fakir eşitlenir). [kırk, 349]
  81. Tatsız Türk bolmas, başsız börk bolmas: Tatsız(Tat: Acem, Fars) Türk olmaz, başsız börk(yün başlık) olmaz. [börk, 349] / [Tat, 280, c: 2]
  82. Kara bulıtığ yel açar, urunç bile il açar: Kara bulutu yel açar; rüşvetle de devlet kapısı açılır. [bulıt, 354] Bu savın farklı şekli: Kalın bulutuğ tüpi sürer, karanku ışığ urunç açar: Kara bulutları tipi sürer, karanlık işi de rüşvet açar. [tüpi, 216, c: 3]
  83. Sögüt sülinğe kadınğ kasınğa: Söğüde tazelik, kayına sertlik (yaraşır). Bu sav, aslına çeken her şey için söylenir. [sögüt, 356] / [kadınğ, 369, c: 3]
  84. Koş kılıç kınka sıgmas: İki kılıç bir kına sığmaz. [kılıç, 359]
  85. Bar bakır yok altun: Var bakır, yok altın (Elde bulunan şey bakır gibi değersiz görünür. Elde bulunmayan ise altın gibi değerlidir). [bakır, 360]
  86. Kök temür kerü turmas: Gök demir boş durmaz (dokunduğu yeri yaralar, zarar verir). [temür, 361]
  87. Kök kirsün kızıl çıksun: Gök girsin kızıl çıksın. Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve daha başka boyların halkı ant içtiklerinde, sözleştiklerinde, demiri ululamak için kılıcı çıkararak yanlamasına önlerine koyarlar ve böyle derler. Bu söz; “sözünde durmazsan kılıç kanına boyansın, demir senden öcünü alsın” demektir. Onlar demiri ulu sayarlar. [temür, 361]
  88. It çakırı atka tegir, at çakırı ıtka tegmes: Çakır gözlü köpek ata değer, çakır gözlü at bir ite değmez. Bunun nedeni; çakır gözlü at iyi görmez. Ondan kaçınmak emrolunuyor. [çakır, 363]
  89. Ol keçişni suw iletti: Su, o köprüyü götürdü(yıktı). Bu sav, geçen ve elde edilmesi imkansız olan iş için kullanılır. [keçiş, 369]
  90. Bu sözni sıdığdın sızıtma: Bu sözü dişlerinin arasından sızdırma. Sır saklaması için öğüt verilen kimseye böyle söylenir. [sıdığ, 374]
  91. Kuduğda suw bar, ıt burnı tegmes: Kuyuda su var, itin burnu erişmez. Bu sav, bir işi dileyip de eremeyen; başkasının yemeğine göz dikerek onu ele geçiremeyenler hakkında söylenir. [kuduğ, 375]
  92. Balık suwda közi taştın: Balık suda ama gözü dışarda. [balık, 379]
  93. Yadağ atı çaruk, küçi azuk: Yaya kimsenin atı onun çarığıdır, gücü kuvveti azığıdır. [çaruk, 381]
  94. Kuruk kaşuk agızka yaramas, kuruk söz kulakka yakışmas: Kuru kaşık ağıza yaraşmaz, kuru söz kulağa yakışmaz. [kaşuk, 383]
  95. Konak başı sedregi yeg: Çavdar başının seyreği iyidir; çünkü taneler seyrek olursa büyük olur, çok olursa küçük olur. Bu sav, istediğini elde etmek için az emek çekmek isteyen kimseye söylenir. [konak, 384]
  96. Neçe yitik biçek erse öz sapın yonumas: Bıçak ne kadar keskin olsa da kendi sapını yontamaz. [biçek, 384]
  97. Oglan biligsiz: Çocuklar bilgisizdir (Çocukların her şeye aklı ermez). [bilig, 385]
  98. Tezek karda yatmas, edgü ısız katmas: Tezek karda yatmaz, iyi kötüye karışmaz. [tezek, 386]
  99. Teşük suwda belgürer: Deşik, yarık suda belli olur. Bu sav, bir iş yaptığında övünen kimseye, işin iyiliği kötülüğü meydana çıktığında belli olur demek için söylenir. [teşük, 387]
  100. Aç iwek, tok tölek: Aç aceleci, tok sakin olur. [tölek, 387]
  101. Alp çerikde, bilge tirikde: Yiğit savaşta, bilge kişi toplantıda sınanır. [çerik, 388]
  102. Kaynar öküz keçiksiz bolmas: Kaynayan, coşkun nehir geçitsiz(köprüsüz) olmaz. Bu sav, herkesin şaşırıp kaldığı bir işte, çıkış yolu bulunabileceğini anlatmak için söylenir. [keçik, 390]
  103. Kılnu bilse kızıl keder, yaranu bilse yaşıl keder: Kendini sevdirmeyi bilen kızıl giyer, yaranmayı bilen yeşil giyer. Bu sav, iyiliğe ermek için güzel geçinmekle öğütlenen kadınlara söylenir. [kızıl, 394] / [bayın, 20, c: 2]
  104. Ot tütünsüz bolmas, yigit yazuksuz bolmas: Ateş dumansız olmaz, genç kişi günahsız olmaz. [tütün, 400] / [yazuk, 16, c: 2]
  105. Sabanda sandırış bolsa örtkünde irteş bolmas: Tarla ekilirken tartışma, antlaşma olursa harman zamanında kavga gürültü olmaz. Bu sav, sonunda kavga çıkmaması için işi başından sağlam tutmayı öğütler. [saban, 402] / [sandruş, 416, c: 3]
  106. Kadaş temiş kaymaduk, kadın temiş kaymış: Kardeş deyince dönüp bakmamış, kayın(akraba) deyince dönüp bakmış. Bu sav, akrabalar içinde kayınlara saygı gösterilmesi istendiği zaman söylenir. [kadın, 403] / [kaydı, 245, c: 3]
  107. Karı sawı kalmas, kagıl bagı yazılmas: Yaşlı kimsenin sözü bırakılmaz(dinlenir), asma bağının düğümü çözülmez. [kagıl, 409]
  108. Xan ışı bolsa katun ışı kalır: Hanın işi(emri) olunca hatunun(hanın eşinin) işi geri kalır, ikinci planda kalır. [katun, 410]
  109. Kagun karma bolsa idisi ikki eligin tegir: Kavun yağma edilse sahibi iki eliyle yakalar(müdahale eder). Bu sav, mal sahibinin malına düşkünlüğünü anlatır. [kagun, 410]
  110. Tün kününğ karşısı ol: Gece gündüzün zıttıdır. [karşı, 423]
  111. Kalın kolan çufgasız bolmas: Hayvan sürüsü kılavuzsuz olmaz. [çufga, 424]
  112. Karga karısın kim bilir, kişi alasın kim tapar: Karganın yaşlısını kim bilir, insanın içindekini kim sezer, kim anlar? [karga, 425]
  113. Tavgaç Xannınğ turkusı telim, tenğlemedip bıçmas: Çin hakanının ipeği çoktur ama denklemeden biçmez. Bu sav, her işte israfı terketmeyi ve tutumlu olmayı öğütler. [turku, 427]
  114. Kut belgüsi bilig: Mutluluğun, devletin işareti bilgidir. [belgü, 427]
  115. Tılın tergige tegir: Dille sofraya erişilir (İyi, güzel sözle nimete erişilir demek istiyor). [tergi, 429]
  116. Tegme kişi öz bolmas, yat yaguk tüz bolmas: Her adam sana benzemez, yabancı ile akraba bir olmaz. [tegme, 433]
  117. Öldeçi sıçgan muş taşakı kaşır: Ölecek sıçan kedi taşağı kaşır (bugün, eceli gelen köpek cami duvarına işer, dememiz gibidir). [sıçgan, 438] / [kaşıdı, 267, c: 3]
  118. Kuş yawuzı sagzıgan, yıgaç yawuzı azgan, yer yawuzı kazgan, budun yawuzı Barsgan: Kuşun kötüsü saksağan, ağacın kötüsü yabangülü ağacı(kuşburnu), yerin kötüsü bataklık yer, halkın kötüsü Barsganlılardır (Kaşgarlı Mahmud'a göre Barsgan halkı: “Huyu kötü ve pinti ” kişilerden oluşur). [kazgan, 439]
  119. Börininğ ortak, kuzgununğ yıgaç başında: Kurdunki ortak, kuzgununki ağaç başında (kuzgun, kurdun avına ortak olur ama kendi avını ağacın tepesine çıkarıp saklar). [kuzgun, 439]
  120. Ewdeki buzagu öküz bolmas: Evdeki buzağı öküz olmaz. Bu sav, şerefte ve fazilette yükseldiği halde ailesinin hala çocuk gördüğü kişiler için söylenir. [buzagu, 446]
  121. Yazıdakı süwlin edergeli ewdeki takagu ıçkınma: Ovadaki sülünü ararken evdeki tavuktan olma. [takagu, 447]
  122. Kek kördi keregü yüdti: Sıkıntıyı görünce çadırını yıktı, sırtladı (keregü: Türkmenlerce “çadır” demektir. Göçebeler “kışlık ev” anlamına kullanır). [keregü, 447]
  123. Küzegü uzun bolsa eliğ köymes: Kaldıraç uzun olursa el yorulmaz. Bu sav, oğlu çalışarak refah, rahat gören kişi için söylenir. [küzegü, 448]
  124. Kutsuz kuduğka kirse kum yagar: Talihsiz adam kuyuya girse kum yağar (kuyuyu kurutur). [kutsuz, 457]
  125. Neçe munduz erse eş edgü, neçe egri erse yol edgü: Ne kadar ahmak olsa da eş dost iyidir, ne kadar eğri olsa da yol iyidir. [munduz, 458]
  126. Öz köz ir kışlağ: Adam kendi işini kendi yaptı, başkasına bırakmadı. Bu, evin güney yanını alan adam gibidir; çünkü güney tarafında ot uzun olur, kışın kar az bulunur. [kışlağ, 464]
  127. Yer basrukı tağ, budun basrukı beg: Yere baskı yapan dağdır, halka baskı yapan beydir(yöneticidir). [basruk, 466]
  128. Çaxşak üze ot bolmas, çakrak bile uwut bolmas: Dağın taşlık yerlerinde ot olmaz, çıplakta da utanma olmaz. [çaxşak, 469]
  129. Sawın sagrakka tegir: Sözle(güzel sözle) sürahiye erişilir. İnsan güzel söz söylerse iyi ağırlanır, demek istiyor. [sagrak, 471]
  130. Tokum yüzüp kudrukta biçek sıma: Deriyi yüzüp bıçağı kuyruğunda kırma. [kudruk, 472]
  131. Kız birle küreşme, kısrak birle yarışma: Kızla güreşme, kısrakla yarışma. Bu, Hakanlılardan(Karahanlı) bir kızın gerdek gecesinde Sultan Mesud'u(Gazne hakanı) ayağıyla dokunarak yıktığı için Hakanlıların Sultan Mesud hakkında söyledikleri bir sözdür. [kısrak, 474]
  132. Kalın kaz kulavuzsuz bolmas: Kaz sürüsü kılavuzsuz olmaz. [kulabuz, 487]
  133. Eşyek ayur başım bolsa sundurıda suw içgeymen: Eşek, başım selamette olsa denizden su içerim der. Bu sav, dileğine erişmek için uzun seneler yaşamayı arzulayan kişi için söylenir. [sundırı, 492]
  134. At teküzligi ay bolmas: Atın alnındaki beyazlık ayın yerini tutmaz. Bu sav, büyük bir işin yerine küçük bir işin koyulmaması gerektiğini öğütler. [teküzliğ, 507]
  135. Subuzganda ew bolmas, topurganda aw bolmas: Mezarlıkta ev olmaz, kıraç topraklı yerde av olmaz. [subuzgan, 516]
  136. Sundılaç ışı ermes örtkün tepmek: Harman dövmek çayır kuşunun işi değildir. Bu sav, kuvvetli kişinin işini yapmak isteyip de gücü yetmeyen cılız kişiye söylenir. [sundılaç, 526]
  137. Boldaçı buzagu öküz ara belgülüğ: Öküz olacak buzağı bellidir. Bu sav, kendisinden her türlü iyilikler beklenen yiğit genç için söylenir. [belgülüğ, 528]
*   2. ve 3. ciltler devam edecektir...


24 Mayıs 2014 Cumartesi

börü yasası



- öykü -


   Uzaktan kurtlar uluyor, duyuyorum. Ayın halelerine seslerini ulaştırmak için çabalıyorlar. Sesleriyle adeta karanlıklar aralanıyor. Ormanın içinde yarasalar selama duruyor. Ağaçlar zaten bin yıldır nöbette bu ormanda. Yıldızlar, projektörlerini çevirmişler toprağa...

   Kurt sürüsünün lideri yaşlı erkek, hakimiyetini perçinliyor ulumalarıyla: “Bu orman benim avlağım! Bu toprak benim toprağım! Bu dağlar benim yaylağım!..” Karşı tepelerden, başka bir erkek kurt cevap veriyor ulumalarına: “Sen lidersin... Sürünün efendisisin... Gençliğinde çok av avladın, çok hayvan öldürdün. Döllerini yaydın dişilere; onlarca yavru kurt çıkarttın bu bozkıra. Şimdi ihtiyarladın... Yerini bana bırak. Ey yaşlı kurt, mertçe meydan okuyorum sana!.. Bu gece kapışalım ormandaki toprak açıklıkta... Mavi kayaların orada...”

   Yaşlı kurt kabul ediyor meydan okumayı. Kurtların yasası böyledir: Meydan okuma geri çevrilmez. Erkekçe yaşayamayan ölür; kalmaz canı yeryüzünde... Yaşlı kurt da ömrünü yiğitçe geçirmiş, sürüsünü yönetmiş, beslemiş. Dişilerini yavrulatmış. Yavrularını kocaman, kuvvetli kurtlar haline getirmiş. Onun güçlü soyu yayılmış bozkıra, yeşil ormana, Altan Dağ'ın eteklerine.

   Genç kurt, yaşlı kurdun sürüsünün bulunduğu yere geliyor. Dişilerin hepsinin gözü bu genç erkekte. Genç kurt güçlü, kuvvetli. Yeleleri aslan yelesi gibi kabarık; kulakları boğa boynuzu gibi dimdik; kuyruğu hakan kılıcı gibi sert, dik ve kararlı... Bakışları keskin, vahşi. Bir bakıyor dişilere; hepsi başlarını eğiyor. Yavrular korkuyla, bir analarına bakıyor bir genç erkeğe...

   Sürünün yeni yetme genç erkekleri, sürüden ayrılmaya hazır. Bugün yarın ayrılıp kendi sürülerini kuracaklar. Bundan sonra güçlü olanlar, kendi döllerini yayacaklar bozkırın düzüne. Yeni yetme kurtlar da bu genç erkeğe bakıyorlar. Babaları için endişeliler, çünkü yaşlı kurt dik durmaya çalışsa da artık eskisi gibi kuvvetli değil.

   Genç kurt bütün gücüyle uluyor; gökler inliyor sesiyle: “Neredesin yaşlı kurt? Neredesin?” Yaşlı kurt, kayalıktaki ininden çıkıyor. Mavi gözleri çakmak çakmak, alev alev. Tahtını, böyle genç bir kurda vermeye hiç de niyetli değil. Hem de kendi sürüsünden bile olmayan bir kurda... Dişlerini sıkarak bakıyor genç erkeğe. Kulakları, kuyruğu, bütün kılları dimdik. Serin gecede, iki erkek kurt arasında buz gibi ölümcül bir rüzgar esiyor. Baykuşlar dallarda pineklemiş olacak kapışmayı bekliyorlar. Yarasalar ise kanatlarını germiş uçuyor. Kan emiciler beslenme derdinde; düello umurlarında değil...

   Yaşlı kurt düzlüğe iniyor; genç kurdun karşısına dikiliyor. Orman elektrikleniyor. Ağaçlarda, çimenlerde, toprakta bir titreme... Yıldızların bile ışıkları kısılıyor; onlar da çekiniyor akacak kandan. Kan, muhakkak sulayacak bu gece bu toprağı. Erkekliğin yasası bu... Kurtluğun yasası bu: Biri ölmeli; kazanan hükümdar olmalı...

   İki erkek kurt da dişlerini sıkıyor; birbirine hırlıyor. Ağızlarından salyalar akıyor. Dişleri de gözleri gibi kanlı. Karşılıklı kafa tutuyorlar böylece. Artık söylenecek söz kalmadı: Bilenmiş gibi sivri dişler konuşacak; akan kan konuşacak; pençeler konuşacak...

   Önce genç erkek saldırıyor. Fırlıyor yaşlı kurdun üstüne. Kafa kafaya tokuşuyorlar. Genç kurt, ihtiyarın boynuna dolanıyor; saplıyor kana susamış dişlerini. Yaşlı kurt, acıyla öyle bir çığlık atıyor ki yer gök inliyor. Sonra bir hamlede kurtuluyor dişlerin mengenesinden. Vakit kaybetmeden saldırıyor genç erkeğe; kanlar içinde... “Ben daha ölmedim, buradayım” dercesine saldırıyor. Yaşlı kurt tecrübeli; dolanıyor genç kurdun beline. Aldatıyor onu; yatırıyor yere. Tepesine biniveriyor bir anda. Şimdi sıra onda: Beklemeden geçiriyor dişlerini genç kurdun boynuna. Rakibinin kanı burnunu, yüzünü, kulaklarını suluyor sımsıcak... Bu sefer de genç kurdun iniltileri ormanı dolduruyor.

   Genç kurdun gözlerinden yaşlar boşanıyor. Yaşlı kurdu devirmenin sandığından çetin olacağını anlıyor. Yaşlı kurdun dişleri nice düşmanını, nice avını parçalamış. Hepsi kılıçtan keskin, aydan parlak...

   Pençeler birbirine geçmiş. Tırnaklar her ikisinin de sırtını parça parça ediyor. Genç kurt, kaslarının çevikliği sayesinde kurtuluyor yaşlı kurdun dişlerinden. Rakibini pençeleriyle itiyor. Birkaç adım geriye çekiliyor. Şimdi her iki kurt da nefes nefese. Kanları toprağı suluyor. Akan kanın rengi geceden de kara; geceden de soğuk...

   Genç kurt, bir nefeste kendine geliyor. Yaşlı kurdun üstüne ikinci hamlesini yapıyor. Ortalık toz duman oluyor; göz gözü görmüyor. Ulumalar, hırlamalar, inlemeler birbirine karışıyor. Kapışmayı korkuyla izleyen dişiler bir köşeye sinmiş. Eğik başlarını kaldıramıyorlar bile. Gözleriyle takip ediyorlar kanlı kavgayı. Sürünün genç erkekleri ise babalarının durumundan umutsuz; başları eğik bekliyorlar. Kanun bu: Kapışmaya karışılmaz. Ölen ölür; kazanan hükümdar olur. Doğanın kanunları, binlerce yıldır bozkırda bu şekilde sağlanır.

   Yaşlı kurt, genç kurdun altında kalıyor. Pençelerden kurtulmak için çırpınıyor ama nafile... Yaşlı kasları, bu mücadeleyi daha fazla kaldıramıyor. Sonunda pes ediyor ihtiyarlamış bedeni. Genç kurt, sivri dişlerini acımasızca geçiriyor yaşlı kurdun boynuna. Koparıyor damarlarını; parça parça ediyor. Yaşlı kurdun kanı, kopkoyu bir iz bırakıyor karanlık toprakta.

   Yaşlı kurdun ölüsü yerde öylece yatıyor. Genç erkek, kayalığın tepesine çıkmış uluyor. Hakimiyetini bozkıra ilan ediyor adeta. Babalarının kanlı ölüsü, genç kurtların önünde bir utanç ve yas nişanesi gibi yatıyor. Çaresiz, belki de vaktinden evvel sürüden ayrılıyorlar. Dişiler ise korku içinde baş eğiyor sürünün yeni liderine. Onların kaderi bu: Yeni lider erkeğe sağlıklı kurtlar yavrulamak.

  Kadim Kara Orman, kanunlarını uygulamanın verdiği memnuniyetle sabahı karşılıyor. Ağaçlar salınarak Altan Dağ'ı selamlıyorlar. Yeni gün, kurt sürüsünün yeni lideri şerefine daha da parlak doğuyor.

   Her şey yerli yerine oturuyor; binlerce yıldır olduğu gibi. Bir lider ölüyor; başka bir lider sürüye hükmediyor. Doğanın yasası bozkıra hükmediyor. Kurtların yasası gerektiği gibi işliyor. Ezeli zamanlardan bu yana olduğu gibi...


15 Nisan 2014 Salı

yoldaşım kopuz

ressam: İbrahim Balaban

-öykü-


   Güneş nice zamandır bozkıra küsmüştü. Gökyüzüne kapkara bulutlar hakimdi. Dağların tepelerine sis oturmuş, kalkmıyordu. Güz mevsimi, yağmurlarıyla bol bol suluyordu bu diyarları. Obalar da yaklaşan kış için alçak ovalara yerleşmiş, çadırlarını kurmuştu. Yeldiren Ovası, yüzlerce ak çadırın oluşturduğu bir keçe ormanı halini almıştı.

   Yeldiren Ovası'nın en hakim yerinde yurtlanan Akbürküt Obası'nın beyi, ak çadırında ozanları, kamları ağırlamaktan zevk duyardı. Tanrı misafirlerine her türlü saygı ve ikramda kusur etmez; hepsinin gönlünü hoş tutardı. Bu yüzden beye “Elibol Bey” lakabı verilmişti.

   İhtiyar Ozan Yolbars, bu cömert beyin obasına yerleşmişti. İki haftadır burada yiyip içiyor, kopuzuyla türküler söylüyor, bey ve adamlarıyla hoş vakit geçiriyordu. Bey, ozana ak bir çadır vermiş, hizmetine de bir genci görevlendirmişti. Ozan Yolbars, bey gibi yaşıyordu doğrusu. Halinden memnun olmasına memnundu ya; içinde yine de bir sıkıntı vardı. Gece gündüz yüreğini kemiren kurtlar vardı sanki.

   Elibol Bey, yine sabahlara kadar süren bir eğlence tertiplemişti. Irmak gibi kımız akmış, dağ gibi koyun, sığır eti yığılmıştı. Yemekten içmekten herkesin karnı şaman davuluna dönmüştü. Ancak gün ışımaya yüz tutunca eğlenceyi bitirebilmişlerdi. Gençler yine iyi dayanıyordu da ihtiyar ozan artık bu derece içmeye gelemiyordu. Beyden kibarca izin isteyip çadırına çekildi. Başı dönüyordu. Ekşi kımız onu iyiden iyiye çarpmıştı. Elindeki kopuzunu bir kenara bıraktı. Soyunup yatağına uzandı. Tam yorgun gözlerini kapatmıştı ki çadırın köşesinde bir ses duyarak irkildi. Dirseklerinin üzerinde doğruldu. Gözünü çadırın karanlığına alıştırmaya çalıştı. Karanlıkta görmeye çabalarken köşeden kalın bir ses ona seslendi:

   _ Korkma ihtiyar ozan. Ben Gök-Tanrı'nın elçisi Aldaçı'yım.

   Ozan bunu duyunca iyiden iyiye korktu, titredi. Bir anda her tarafını soğuk terler kapladı. Acaba birisi ona şaka mı ediyordu? Şakaysa, bu ne münasebetsiz bir şakaydı! İhtiyar ozan, korku içinde uykulu gözlerini ovuşturdu. Titreyen sesiyle çadırın karanlıkta kalan köşesine doğru seslendi:

   _ Bana şaka mı edersin? Her kimsen yakınıma gel... Gel de seni bir iyice göreyim...

   Köşeden bir karaltı hareket etti. Ozanın yattığı yere doğru yaklaştı. Yaklaştıkça da boyu uzadı, uzadı. Şimdi, çadırın tepesinden fırlayacak kadar uzun, kocaman bir karaltı ozanın tam önünde duruyordu. Yüzü görünmüyordu ama gözlerinin akı seçilebiliyordu. Bu göz aklarının tam ortalarında da sapsarı gözbebekleri vardı.

   Ozan, kendisine şaka yapılmadığını anlamıştı. Bu, Can Alıcı Aldaçı'nın ta kendisiydi. Aldaçı, ozanın düşüncelerini okumuş gibi:

   _ Korkmayasın Ozan Yolbars. Yüce Tanrı'nın emrine karşı gelinmez bilirsin. Vaktin erişti artık. Gök diyarına göçme zamanın geldi. Etten bedenine üflenen ölümlü ruhunu götürmeye geldim, dedi.

   İhtiyar ozan hiçbir şey söyleyemedi. İtaat etmekten başka ne yapılabilirdi? Ölüm vakti gelmişti. Ölümden kaçılamazdı: “Peki...” dedi. “Tanrı'mın biçtiği ömür bu kadarmış demek” diye geçirdi içinden.

   Dev cüsseli Aldaçı, ozanın üzerine eğildi. Kocaman elini uzatarak ozana doğru bir hamle yaptı. Sonra birden, aklına bir şey gelmiş gibi durdu, düşündü. Ürkütücü, soğuk sesiyle konuşmaya başladı:

   _ Ey ozan! Bilirsin ki ozanların son dilekleri geri çevrilmez. Senin de ölmeden önce son bir dileğin var mıdır? Söyle bana. Ben de gerçekleştireyim...

   İhtiyar ozan, o anda ne dileyebilirdi ki? Ömrünü yollarda, obadan obaya, diyardan diyara konup göçerek geçirmişti. Daha on beş yaşındayken kendi obasından, baba evinden ayrılmıştı. Şimdi, yıllar sonra düşününce; ne kadar çok pişmanlığı, ne kadar çok yapmak isteyip yapamadığı şey olduğu aklına geliyordu. Ne yazık ki zamanı dolmuştu. Şimdi tek bir dilek hakkı vardı. Sıkıldı, bunaldı. Kafası, zihni allak bullak olmuştu.

   Gözüne birden, köşeye bıraktığı kopuzu ilişti. O anda aklına bir fikir geldi. Yattığı yerden doğruldu. Kopuzunu aldı, kılıfından çıkardı. Önünde kapkara, dev cüssesiyle bekleyen korkunç Aldaçı'ya göstererek:

   _ Bu benim kopuzum, can yoldaşım. Ömrümce yanımda taşıdığım tek varlığım odur. Tek dostum odur. Bana ata yadigarıdır. Bak, yoldaşımın üç teli var. Telleri, en güzel kısrakların kuyruğundandır. Teknesi kayından, sapı ceviz ağacındandır. Bu güzel kopuzumun ve ozanlığımın aşkına, üç tane dilek dilemek isterim.
Aldaçı önce itiraz eder gibi oldu. Ozan hemen araya girerek ısrar etti:

   _ Kopuzumun üç teli hatırına üç dilek... Var kabul et... Yalnızca üç dilek... Yalvarırım kabul et şu ihtiyar ozanın son arzusunu... İhtiyar Ozan Yolbars, daha nice yalvardı, yakardı. Aldaçı'ya diller döktü. Aldaçı sinirli sinirli soludu. Uzun uzun düşündü. Sonunda, hırıltılı bir sesle cevap verdi:

   _ Peki ihtiyar ozan, peki... Gök-Tanrı, ozanları pek çok sever. Onları pek çok gözetir. Ozanlığının, ak sakalının ve kopuzunun hatırına üç dilek dilemene izin veriyorum. Kopuzunun her teli için bir tek dilek...

   Ozan Yolbars buna çok sevindi. Ağlamaklı bir sesle Aldaçı'ya teşekkür etti. Aldaçı, onun sözünü keserek araya girdi:

   _ Ozan Yolbars!.. Yalnızca bir günün var. Yarın şafak sökene kadar üç dileğini de dilemiş ol. Yoksa ozanlığının da hatırına bakmam görevimi yerine getiririm!.. Beni sakın oyalama...
   _ Peki Aldaçı, kabul ediyorum... Ozan Yolbars bunu söylediği an Aldaçı gözden kayboldu.

   Dışarıda şafak sökmek üzereydi. Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. İhtiyar Ozan Yolbars'ın ertesi sabaha kadar vakti vardı. Kopuzuna baktı. Onu okşadı, sevdi. İçten içe bu eski dostuna teşekkür etti.

* * * * *

   Cılız güneş, bulutların arkasından ışıklarını yollamaya başlamıştı. Şimdi tepelerden bir karış yukarı yükselebilmişti. Sabah vaktinin serinliği devam ediyordu. Ozan Yolbars ise dakikalardır çadırında çocukluğunu, gençliğini, bütün geçmiş hayatını düşünüyordu: Kendi yurdunu, topraklarını, anasını, babasını, kardeşini... Hatta gençliğinde gördüğü güzel bozkır kızlarını. İlk ve tek aşkını...

   Ozan artık ihtiyarlamış, uzun saçları tel tel dökülmüş, sakalı bembeyaz olmuştu. Ömrü boyunca çok yer gezmiş, çok insan tanımıştı. Görmediği diyar, duymadığı dil, içmediği su kalmamıştı. Çin sınırlarındaki Burkancı şehirlere gitmiş, günbatısında ta Hazar Denizi'ne dek seyahat etmişti. Uzun ömrü boyunca, bunca seyahatlerin arasında bazı şeyleri ihmal etmişti tabi. Hiç evlenememiş, bir yere konup yurt tutmamıştı. Çocuk yaşta ayrıldığı ata topraklarına o zamandan sonra hiç dönmemişti. Oraları özlemiş miydi? Hayal meyal hatırlıyordu artık öz yurdu olan Yılkı Taylar Ülkesi'ni. Boz Dağ'ı, Kırman Irmağı'nı, uçsuz bucaksız çam ormanlarını... Anası babası yıllar önce ölmüş olmalıydı. Ya kardeşi? Ozan yurdundan ayrılırken kardeşi daha kundakta bebekti.

   Ozan, içini çekerek nice zaman düşündü. Sonra birden kararını verdi. Kopuzunu eline aldı. Onun ceviz ağacından parlak sapını okşadı. Birkaç kez tıngırdattı. Evet, kararını vermişti: İlk dileği, öz yurdunu, ata diyarını son bir kez ziyaret etmekti. Başını kaldırdı, Tanrı'ya seslendi:

   _ Yüce Tanrı'm, sen bana yardım et...

   Sonra beklemeden kopuzun en kalın teli olan en üst teline bastı: “Taannn...” Kopuzun sesi giderek yükseldi, yükseldi. Ozan gözlerini kapattı. Çadırda yankılanan tek kalın telin sesini dinledi. Tel titredi, titredi. En sonunda sustu.

   Kopuzu susunca Ozan da gözlerini açtı. Şaşkınlıktan donakaldı. Şimdi çadırında değildi. Yemyeşil, geniş bir ovadaydı. Dört bir yanda, tepeleri bembeyaz dağlar yükseliyordu. Ozan anlamıştı. Evet, burası öz yurdu Yılkı Taylar Ülkesi'ydi.

   Ozan ne yapacağını şaşırmış bir halde etrafa bakakaldı. Sevinçliydi. Tanrı'ya şükretti. Can yoldaşı kopuzu hala elindeydi. Onu kaldırdı, öptü. Şaşkınlığı biraz geçince gözleriyle etrafı araştırmaya başladı. Şimdi kendi obasını bulmalıydı. Anasını, babasını bulmalıydı. Ölmüşlerse bile mezarlarını ziyaret etmeliydi. Uzakta beyaz çadırlar gördü. Sayıları azdı. Olsa olsa yirmi otuz kadardı. Hatırladığına göre kendi obası çok daha geniş ve kalabalıktı. Kopuzunu kılıfına yerleştirdi. Yerinden kalktı ve bu çadırlara kadar yürüdü.

   Ufak obaya yaklaşınca karşısına orta yaşlı bir adam çıktı. Kır saçlı, esmer tenli bu adam atları tımarlıyordu. Ozan Yolbars adamın yanına yaklaştı, selam verdi:

   _ Merhaba kardeş. Tanrı kolaylık versin. Adam, işinden başını kaldırarak ozana baktı, gülümsedi:
   _ Selam olsun kardeş. Sağolasın. Ozan Yolbars adama kendini tanıttı. Bu adam, ozana pek de yabancı görünmemişti. Bu esmer yüz sanki babasını hatırlatmıştı ona. Adama adını sordu. Esmer adam:

   _ Adım Balaban, dedi. Ozan, bu sefer de babasının kim olduğunu sordu. Adam: Babamın adı Duran'dır. Yıllar önce cennete uçtu. Tanrı bağışlasın. Ozan Yolbars, bu sefer de anasının adını sordu. Adam: Anamın adı Süğlün'dür. O da babam gibi cennete uçtu. Tanrı bağışlasın.

   Ozan şimdi hem şaşırmış hem sevinmişti. İşte, karşısında duran bu adam kardeşiydi. Kardeşi Balaban'a ağabeyi olduğunu söyledi. Balaban önce inanamadı. Şaşkınlığı üzerinden atınca, ikisi de sevinçle kucaklaştılar. Mutluluktan gözyaşı döktüler.

   Balaban, ağabeyini çadırına buyur etmek istedi. Ozan Yolbars'ın o zaman yüzü asıldı. Kardeşine bütün olan biteni anlattı: Aldaçı'yı, öleceğini, üç dilek hakkını... Deminki mutlulukları şimdi hüzne dönüşmüştü. Ozan kendini hemen toparladı. Kardeşine, kendisini anasının ve babasının mezarlarına götürmesini istedi. Birlikte konuşa konuşa mezarlığa gittiler.

   Mezarlık, alçak bir tepenin yamacındaydı. Balaban, ağabeyine yanyana iki taş parçasını göstererek: “İşte anamız ve babamız burada yatıyor” dedi. Ozan Yolbars ve kardeşi mezarların dibine çömeldiler, dua ettiler. Tanrı'ya yakardılar, gözyaşı döktüler. Ozan, içinden ana ve babasına seslendi: “Güzel anam... Bilge babam... Sizi yaşarken ziyaret edemedim, dünya gözüyle göremedim. Beni affedin... Tanrı ulu ruhlarınızı korusun. Cennetindeki yerine kabul etsin” dedi. Koluyla, usul usul akan gözyaşlarını sildi.

   Ozan, duası bitince kardeşine döndü. Ona sevgiyle ve özlemle baktı. Kardeşine kendi hayatını, yaşadıklarını anlattı. Geçirdiği son geceyi ve şu andaki durumunu anlattı. Zamanının dar olduğunu söyledi:

   _ Daha işlerim bitmedi. Bu dünyadan göçmeden önce iki arzum daha var, dedi. Kardeşini kucakladı, öptü. Tanrı'dan, kardeşine uzun ömür diledi. Vedalaştılar. Ozan: “Tanrı yardımcın olsun kardeşim” dedi. Balaban: “Tanrı yanında olsun ağabey... Hoşçakal...” dedi. İkisinin de gözleri dolu dolu olmuştu. Ozan Yolbars, kendini tutarak ağlamadı.

   Ozan, kardeşinin yanından ayrıldı. Balaban, o gözden kaybolana dek arkasından bakmış, el sallamıştı. Ozan, yürüye yürüye mezarlıktan bir hayli uzaklaştı. Sonunda yoruldu, bir kayanın dibine çömeldi. Düşünmeye başladı. Sırtına asılı kopuzunu aldı, kılıfından çıkardı. Koltuğunun altına yerleştirdi. Derin bir nefes aldı. Gözlerini kapattı. Kopuzun orta teline sertçe bastı. Telden: “Tıınnn...” diye bir ses çıktı. Ses yükseldi, yükseldi. Boşlukta dolana dolana iyice kısıldı. En sonunda sustu.

* * * * *

   Ozan Yolbars, içinden ona kadar sayıp gözlerini açtı. Şimdi karşısında sarp bir dağ yükseliyordu. Dağ, kılıç gibi sivri kayalar ve karanlık uçurumlarla doluydu. Etrafta ne yeşil bir ağaç ne sesi soluğu çıkan bir hayvan vardı.

   Ozan içinden, ilk atalarının kemiklerinin bulunduğu kutsal mağaralara gitmeyi dilemişti. Daha çocukken, dedesinin ona anlattığı bu “Ata Mağaraları”nda atalarının ruhuna saygısını sunmak istiyordu. İşte şimdi o kutsal mağaraların bulunduğu Ata-Dağı karşısındaydı. Beklemeden, bu sarp dağa tırmanmaya başladı.

   Ozan tırmandıkça, dağ daha da dikleşiyordu. İrili ufaklı taşlar ayaklarının altından çangır çungur kayıyor, dipsiz uçurumlara yuvarlanıyordu. İhtiyar Ozan, düşmemek için etraftaki kaya parçalarına tutunuyordu. Dağ o kadar dikti ki zar zor ilerleyebiliyor, hatta zaman zaman emeklemek mecburiyetinde kalıyordu. Yorulmaya başlamıştı. Alnından ter damlaları akıyordu. O anda serin bir rüzgar Ozan'ın yüzünü yalayıp geçti. Rüzgarı hissedince içi bir garip oldu, ürperdi. Sanki binlerce yıllık yaşlı ruhlar, bu kadim kayaların çevresinde dolaşıyordu.

   Biraz daha çıkacak olsa dayanamazdı. Ellerinde, ayaklarında derman kalmamıştı. Yorgunlukla başını kaldırdı. Tepesinde üç tane mağara girişi görünce sevindi. Sonunda varabilmişti. Bu mağara girişlerinin ikisi küçük, ortalarındaki de büyüktü. Ortadaki büyük girişin etrafındaki kayalara renkli bez parçaları bağlanmıştı. Bu bezler, mağaralara gelen şamanların dilek çaputlarıydı. Çok düşünmeden bu büyük girişin önünde durdu. İçeriye baktı. Mağaranın içi karanlık ve nemliydi. Sanki karanlığın içinden: “Huuu... Huuu...” diyerek ata ruhları onu çağırıyordu. Ozan'ın içi yeniden garip bir ürpertiyle doldu. Sonra kendini topladı. Mağaradan içeri girdi.

   Mağaranın nemli duvarlarından ve tavanından sular damlıyordu. Her yeri yosun bağlamıştı. Ozan Yolbars, duvarlarda yer yer eski yazılar da gördü. Yazıların etrafına resimler çizilmişti: Av tasvirleri, çadır şekilleri, dağlar, ağaçlar, geyikler, kurtlar, kartallar...

   Ozan, mağaranın derinliğine girdikçe etrafını görmekte zorlanıyordu. İhtiyar gözlerinin karanlığa alışması için biraz bekledi. Gözlerini kısarak ileriye baktı. Tam karşısında, adam boyunda bir balbal gördü. Bunun arkasında, irili ufaklı birkaç tane daha balbal vardı. Bunların etrafında da yakılmış kemikler, hayvan derileri, renkli çaput parçaları vardı. Ozan, karanlıkta daha fazla ilerleyemeyeceğine karar kılınca, önündeki en büyük balbalın yanına diz çöktü. Kopuzunu kenara koydu. Avuçlarını göğe kaldırarak Tanrı'ya yakarmaya başladı:

   _ Ey yüce Tanrı'm!.. Biliyorum fazla vaktim kalmadı. Ömrüm boyunca, yoldaşım kopuzumla diyar diyar dolaştım durdum. İyiye yakın oldum, kötüden uzak durdum. Anamın, babamın adlarına yakışır bir oğul olmaya çalıştım. Günahım olmuşsa affeyle. Beni Tanrı Yurdu'na kabul eyle. Anamın, babamın yanında huzur içinde olayım. Beni kızıl tamunun kor ateşlerinde yakma. Bu dağlarda, bu mağaralarda gezinen kutsal ata ruhlarının aşkına yakarışlarımı işit, dualarımı kabul et...” dedi. Duasını bitirdikten sonra avuçlarını yüzüne sürdü.

   İhtiyar Ozan, diz çöktüğü yerden kalktı. Kenara bıraktığı kopuzunu aldı. Babasının ona öğrettiği çok eski bir türküyü, atalarının kutsal ruhlarına yolladı:

Kamçı vurmadan koşan yılkı tayım
Ne güzel sıçrayan bir kısrak idi
Nice nice gülüp eğlenmek için
Ötüken ne güzel bir yaylak idi

Eyer gibi yumuşak toprağıyla
Orhun Koyağı ne güzel yurt idi
Kızları oğlanları hepsi birden
Gözü kara yürekli bir kurt idi

Yüce Tanrı ölülere erinç ver
Bu acun kalımsız acun idi
Uçmağ olsun yiğitlerin yatağı
Yiğitlere ölüm oyun idi

   Türküsü bitince Ozan garip bir şekilde titredi. Mağaranın duvarlarında sanki alkışlar yankılanıyordu. Atalarının kadim ruhları onu duymuş, takdir etmiş gibi hissetti, sevindi. O zaman aklına üçüncü ve son dileği geldi. Yerinden kalktı. Kopuzu kılıfına koydu. Kılıfı omzuna astı. Ataların ruhlarına saygısızlık olmasın diye onlara sırtını dönmedi. Mağaranın girişine kadar geri geri yürüdü.

   Mağara girişine gelince, güneşin batıya doğru eğildiğini gördü. Son dileği için geç kalmamalıydı. Kopuzunu sırtından indirdi. Onu sımsıkı kavradı. Yoldaşına uzun uzun baktı. İçinden, gençken bir kez görüp aşık olduğu kızın yanına gitmeyi diledi. Kopuzunun en alt teline hızlıca bastı. Telden ince, tiz bir “tiinnn...” sesi çıktı. Bu ses, mağaranın içinde ve dağın yamaçlarında yankılandı. Yankı kayalara çarptı, yükseldi, yükseldi... Ozan Yolbars, bu sesleri dinleye dinleye gözlerini yumdu.

* * * * *

   İhtiyar Ozan gözlerini açtığında karşısında ucu bucağı görünmeyen, masmavi bir su gördü. Evet, tanımıştı. İşte burası gençken, daha yirmili yaşlarındayken gelip gördüğü Issık-Göl'dü. Yıllar önce sevdiği ama birleşemediği güzel kızın diyarındaydı şimdi. İhtiyar Ozan heyecanlandı. Kalbi, aynı gençliğinde olduğu gibi hızlı hızlı atmaya başladı.

   Ozan Yolbars, Issık-Göl'e yirmibeş yaşındayken gelmişti. Günlerce yayan yol teptikten sonra, gölün kıyısına konmuş bir obaya Tanrı misafiri olmuştu. Obanın beyi Akgürbüz Bey'di. Bey, genç ozanı çok sevmiş, onun kopuzuyla çaldığı türküleri zevkle dinlemişti.

   Genç Ozan Yolbars, bu obaya misafir olduğunun ikinci haftasında, beyin dünyalar güzeli kızı Alaceren'le karşılaşmıştı. Ozan, daha ilk görüşte bu kıza vurulmuştu. Kız da ilk görüşte aynı duyguları ona beslemişti. Ozan bunu, kızın gözlerinden anlayıvermişti. Günlerce bakışlarıyla anlaşmışlar, tek kelime etmeden yürekleriyle konuşmuşlardı.

   Günlerden bir gün Akgürbüz Bey obada büyük bir eğlence düzenletmişti. Çamçaklar dolusu kımız içilmiş, tepsiler dolusu et yenmişti. Ozan da o gün ve bütün gece, en güzel türkülerini yakmıştı beyin şerefine. Bey, kımızları içtikçe sarhoş olmuş, yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Adeta içtikçe kendinden geçmişti. Şarkıların, türkülerin ve kımızların coşkusuyla başka alemlerde dolaşmaya başlamıştı. Belindeki altın kakmalı kılıcını sağ kolu Karakurt'a hediye etmişti. Sırtındaki kaftanını da yanında oturan komşu obanın beyi Tekebay Bey'e vermişti. Akgürbüz Bey, içtikçe daha da cömertleşiyordu. Genç ozan da yanık türküleriyle bozkırı inletiyordu:

Kavak ağacının dibinden
Kanatlanan kara kartal
Yavukluma da selam götür
Sevdiğim bir güzel maral

Kayın ağacının dibinden
Sıçrayıp uçan kara kartal
Evime benden selam götür
Sevdiğim yurdum güzel Aral
* * *
Altın sandık içinde
Ay desenli ipek var
Düşünceli göğsümde
Bir güzel sevdiğim var

Gümüş sandık içinde
Güneş desenli ipek var
Benim ıssız göğsümde
Sakladığım aşkım var

   Akgürbüz Bey, sonunda aşka gelerek ayağa fırlamıştı:

   _ Ey ozan!.. Canım ozan!.. Öyle güzel çaldın, öyle içli söyledin ki dile benden ne dilersen!.. Genç ozanın bunu duyunca yüzü kızarmıştı. Beyin övgüsü hoşuna gitmişti. Başıyla saygılı bir şekilde selam verdi. Bey ise ısrar ediyordu: “İlle de benden bir şey dileyeceksin!..” diyordu. Ozan kızarıp bozarmaya devam etti. Dilinin ucuna gelen şeyi söyleyip söylememek arasında kalmıştı. Sonunda kendini toplayarak cesaretle konuştu:

   _ Ak beyim, cömert beyim!.. Beni obana buyur ettin. Yedirdin, içirdin. Sazımı, sözümü dinledin. Tanrı seni ve yiğitlerini korusun. Senden tek bir dileğim olabilir ancak... Ama nasıl derim bilmem... Bey, bu sözleri duyunca sesini daha da yükseltmişti:

   _ Ey genç ozan!.. Canımın içi ozan!.. De bakalım arzun nedir... Çekinme benden...

   Beyi duyan herkes susmuş, pürdikkat ozanı dinliyordu şimdi. Orada bulunan herkes, genç ozanın dileğini merak etmişti. Ozanın ise yanakları kızarmış, dili damağına yapışmış, konuşamıyordu. Sonunda cesaretini toplayıp deyivermişti:

   _ Beyim... Ben bir garip ozanım... Yine de bir yüreğim var... Tanrı bağışlasın, senin bir güzel kızın var... Onu gördüm, beğendim... Anladım ki o da beni beğendi... Gönlümüz karşılıklı sevişti... Ben, bir garip ozan derim ki; senin dünyalar güzeli kızın Alaceren'le evlenmek isterim...

   Bu sözleri duyan herkes çok şaşırmıştı. Ortalığı büyük bir sessizlik kaplamıştı. Şimdi herkes, Akgürbüz Bey'in vereceği cevabı bekliyordu. Tabi genç ozanın sözlerini duyan bey, bundan memnun olmamıştı. Bu genç ozan kendisinden atını istese, kılıç istese, eyer, ok, yay istese verirdi. Keçe otağ istese verirdi. Samur kürk istese, kalpak istese, gümüş işlemeli kemerini istese verirdi. Fakat, isteğinin kızı Alaceren olduğunu duyunca morali bozulmuştu. Dünyalar güzeli kızını, ancak kendine denk bir beyin oğluna vermeyi kabul edebilirdi. Gözbebeği Alaceren'ini diyardan diyara gezen, yersiz yurtsuz bir ozana nasıl verirdi? Yüreği de aklı da bunu kabul etmemişti. Uzun sakalını memnuniyetsizlikle sıvazlamış, yamacında oturan sağ kolu Karakurt'un kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Karakurt da kalkmış, sıkıntılı bir ifadeyle ozana yaklaşmış, beyinin sözlerini ona iletmişti. Bu sözleri işiten genç ozanın yüzü bembeyaz olmuştu. Saçlarının diplerine kadar bütün vücudu cayır cayır yanmıştı. Beyin cevabı karşısında elleri ayakları titremiş, gözleri yaşarmıştı. Hiçbir şey demeden yerinden kalkmış, kendini şaşkın şaşkın izleyen kalabalığa aldırmadan, pılını pırtını toplayıp gitmek için davranmıştı. Zaten ceketinden, kalpağından ve kopuzundan başka da bir şeyi yoktu şu dünyada. O giderken, beyin sağ kolu Karakurt ardından yetişmişti:

   _ Ey ozan! Dur... Bekle hele... Beyim aslında seni çok sevmiş. Lakin kızını daha önce başka bir beyin oğluna nişanlamıştı -tabi bu yalandı; bunu ozan bile anlamıştı- Sana bu geyik derisi ceketle, bu keseyi yolladı, diyerek eline bir altın kesesi tutuşturmaya çalışmıştı. Ozan ise hediyeleri kabul edemeyeceğini söylemişti. Sesinin titremesini gizlemeye çalışarak devam etmişti:

   _ Beyin çok iyi adamdır... Suç benim... Kendimi bilmezlik ettim... Haddimi, sınırımı aştım... Ne olur affetsin... Yüce Tanrı onu korusun... Sen de kal sağlıcakla... demiş, arkasını dönüp oradan uzaklaşmıştı.

   İşte, Ozan Yolbars'ın ilk ve son aşk macerası da böyleydi. Aradan kırk yılı aşkın zaman geçmişti ama Ozan, bu olanları hiç unutamamıştı. Bu yüzden yıllarca gönlü yaralı gezmiş, her gördüğü güzeli Alaceren'e benzetmişti.

   Yıllar sonra yine Issık-Göl kıyısındaydı. Gölün etrafında ak çadırlardan bir şehir kurulmuştu. Ozan anılarından sıyrıldı. Oturduğu yerden kalktı, kopuzunu sırtına astı. Yürüye yürüye çadırların olduğu yere geldi. İlk rastladığı kişi genç bir askerdi. Bu esmer, yakışıklı askere, Akgürbüz Bey'in kızı Alaceren Hatun'u tanıyıp tanımadığını sordu. Asker:

   _ Alaceren Hatun'u bilmem mi hiç... Kocası Saltuk Bey ölünce baba ocağına geri döndü. Şimdi, şu büyük ak çadırda oturuyor, diyerek süslü, güzel çadırı işaret etti. Ozan Yolbars düşündü: “Demek Alaceren evlenmiş. Buna yıl diyardan diyara dolaşan deli bir ozanı bekleyecek hali yoktu ya!..” Sonra askere dönerek sordu:

   _ Peki, hatunun hiç çocuğu oldu mu?
   _ Oldu elbet. Üç tane oğlu var hatunumuzun. En büyük oğlu Budak Bey, şimdi oymağımızın beyidir.

   Ozan Yolbars bunları duyunca sevindi. İçinden: “Ne mutlu!.. En azından o evlat sevgisini tatmış... Üç tane oğul yetiştirmiş. Yalnız kalmamış” diye geçirdi. Yüzüne buruk bir gülücük oturdu.

   Ozan, askere teşekkür ederek Alaceren'in çadırına yöneldi. Onunla karşılaşıp karşılaşmamak konusunda kararsızdı. Böylece çadırın dibine kadar geldi. Kapıda kılıçlı, zırhlı bir nöbetçi vardı. Nöbetçi onu durdurunca kendini tanıttı:

   _ Ben Ozan Yolbars. Alaceren Hatun'un çok eski bir dostuyum. Hatuna, “Ozan Yolbars seni görmeye gelmiş” dersen o beni tanır, dedi. Bir yandan da: “Ya beni hatırlamazsa... Ya beni tanımazsa...” diye içinden geçirerek korkuya kapılmıştı.

   Çadıra giren nöbetçi hemen çıkıvermişti. Ozana kapıyı saygıyla açtı:

   _ Buyur Ozan Yolbars. Hanımım içeride seni bekliyor, dedi.

   Ozan, bir anlık tereddütten sonra kapıdan içeri girdi. Karşısında, minderine oturmuş ak saçlı, elleri kınalı, renkli yazmalı bir ihtiyar kadın vardı. Bu Alaceren miydi? Kendisi gibi o da epey değişmişti: Saçları apak olmuş, beli kamburlaşmış, yüzü kırışmıştı. Yalnız, gözlerindeki o çocuksu buğu, o ürkek ifade hiç kaybolmamıştı. Alaceren'i ıslak ıslak bakan ceylan gözlerinden tanıyıvermişti. Ozan, ürkek ve mahçup bir ifadeyle:

   _ Merhaba, dedi. Ben Ozan Yolbars. Hatırladın mı beni?
   _ Merhaba Yolbars... Hatırladım tabi... Hiç unutmadım ki seni...

   Alaceren, konuğuna yer gösterdi. İkisi de yanyana minderlere oturdular. Susuyorlardı. Ozan Yolbars, konuşmak istiyor ama söyleyecek bir söz bulamıyordu. Utanıp sıkıldı: “Bunca yıldan sonra ne demeye geldim sanki...” diyerek kendine kızdı. Sonra can yoldaşı kopuzunu gösterdi:

   _ Can yoldaşım kopuzum. Yıllardır derdimin tek dermanı. Yolumun tek yoldaşı... Ozan bunları dedikten sonra sustu. Alaceren, ona şaşkınlıkla bakıyordu. Küskün, kırgın bir sesle sordu:

   _ Bunca yıl sonra niçin geldin Yolbars?
   _ Ben... Ben... Seni görmeye... Ozan Yolbars devamını getiremedi. Sonra, her şeyi açıkça söylemeye karar verdi:

   _ Ben, öleceğim... Ölüyorum... Bu şafağa kadar vaktim kaldı... Aldaçı bana mühlet verdi... Öleceğim sonra... Bu yüzden, son bir kez seni görmeye geldim Alaceren... Kelimeler Ozan Yolbars'ın ağzından zar zor çıkıyordu. Heyecanlanmış, içi bulanmıştı.

   Alaceren ise şaşırmış, inanamamıştı duyduklarına. Ozan'ın yüzüne şaşkın şaşkın baktı. Ozan ise gayet ciddiydi. Buna rağmen inanamadı; inanmak istemedi. Biraz düşününce işin ciddiyetini kavrayabildi. O zaman içini büyük bir hüzün kapladı, ağlamaya başladı. Boğazı düğümlenmişti sanki. Ağzından belli belirsiz: “Üzüldüm... Çok üzüldüm... Yolbars...” kelimeleri çıkabildi. Karşısında kanlı canlı duran Yolbars'a ölmüş muamelesi yapmaya gönlü elvermedi. Hem de bunca yıl sonra karşılaşmışken.

   Alaceren ağladı, ağladı. Ozan ise onun karşısında metin durmaya çalışıyordu. İhtiyar kadın biraz sakinleşince adamakıllı konuşmaya başladılar. İki ihtiyar sevdalı, bütün gece dizdize sohbet ettiler. Ozan Yolbars, gezdiği gördüğü yerleri, yaşadığı maceraları anlattı. Alaceren de evlendiği kocası Saltuk Bey'den, kocasının obasındaki yaşamlarından, üç tane oğlundan bahsetti uzun uzun. İkisi de kavuşamadıklarından, bunca yıllık ayrılıklarından, yarım kalan aşklarından hiç bahsetmedi. İkisi de sadece güzel hatıralardan söz etti o gece.

   İhtiyar aşıklar, konuşa konuşa sabahı ettiklerini fark etmemişlerdi. Şafağın kapıya dayandığını hisseden Yolbars titredi. Alaceren'in gözlerinin içine hüzünle bakarak: “Vakit geldi...” dedi. O zaman Alaceren'in gözleri yeniden yaşlarla doldu. Yine ağlamaya başladı. Bu sefer Yolbars'ın da gözleri dolu dolu olmuştu. Kendini tuttu, ağlamadı. Alaceren bir yandan ağlıyor, bir yandan da konuşmaya çalışıyordu:
   _ Bir yolu olmalı... Bir yolu vardır elbet... Vardır Yolbars... Fakat başka yol, başka seçenek yoktu. Ölüm kaçınılmazdı. Ozan Yolbars, ölümünü daha fazla geciktiremezdi. Buna hiç kimsenin gücü yetmezdi.

   Ozan Yolbars ayağa kalktı. Yerdeki kopuzunu aldı. Alaceren de ayağa kalktı. İhtiyar kadın hala ağlıyordu. Ozan, Alaceren'e kopuzunu uzattı:

   _ Alaceren, kopuzum sana emanet. Oğulların kopuz çalmasını bilmez, onlar bey olmuşlar. Ancak at biner, kılıç kuşanırlar... Bir gün torunlarından biri bozkırın, rüzgarın, dağların, suların sesine kulak verir de kopuzumu anlarsa, anlayabilir de sevebilirse, kopuzumu ona verirsin. Böylece ben öldükten sonra ruhumu şad edersiniz...

   Ozan Yolbars, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Elini Alaceren'e uzattı. Alaceren ise kollarını açarak Yolbars'a sarıldı. Yolbars da titreyen kollarıyla ihtiyar kadının beline sarıldı. Şimdi ikisi de hüngür hüngür ağlıyordu.

   Bir zaman sonra Ozan silkinerek kendine geldi. Yüzünü gözünü sildi. Kendini toparladı. Alaceren'e son kez baktı:

   _ Kendine iyi bak Alaceren. Tanrı sana ve oğullarına uzun ömür versin... Hoşçakal, dedi. Hiç beklemeden, hızla çadırdan dışarı fırladı. Alaceren ise olduğu yerden kıpırdayamadı, öylece çakılı kaldı. Nice zaman sonra ayakta öylece durduğunu fark edip minderine çöktü. Ozan'ın emanet ettiği kopuz hala elindeydi. Onu seviyormuş gibi kopuzu sevdi, okşadı. Kopuzu öptü, başına koydu. Gözyaşları kopuzun tellerini, sapını, kayın ağacından teknesini ıslattı.

   Ozan Yolbars, çadırdan çıktığı gibi hızla koşmaya başlamıştı. Koşa koşa obadan epey uzaklaştı. İhtiyar bacakları en sonunda yorulunca durdu. Nefes nefese kalmıştı. Koluyla alnındaki terleri sildi. Arkasına, gün doğumuna baktı. Şafak, kızıl bir alev gibi yükseliyordu Issık-Göl'ün sularından. Bunu görünce nefesi durur gibi oldu. Galiba, öleceği için ilk defa korkmuştu. İlk defa içi cız etti.

   Ozan Yolbars, daha fazla uzaklaşmak istemedi. Zaten dermanı da kalmamıştı. Olduğu yere çöküverdi. Şimdi tek yapması gereken ölümü, Aldaçı'yı beklemekti. O nasıl olsa gelir onu bulurdu. “Ya bulamazsa?” diye geçirdi içinden. Bu komik düşünceye ister istemez kendi de güldü. Galiba korkusu geçmişti, ölüm fikrine alışmıştı.

   Ozan Yolbars bunları düşünüp oyalanırken, Aldaçı tepesinde beliriverdi. Ozan, sanki hiç korkmamış, telaşlanmamış, şaşırmamış gibi sakindi. Yüzünde, gözlerinde ne korku ne de üzüntü vardı. Aldaçı'yı görünce sessizce ayağa kalktı. Saygıyla Tanrı'nın bu elçisini selamladı:

   _ Selam olsun Aldaçı... Haydi gidelim... Aldaçı durdu, ihtiyar ozanın gözlerinin içine baktı. Ölüm Elçisi, Ozan'ın onu ilk gördüğü andaki kadar korkunç değildi sanki. Yine devasa cüssesiyle, kocaman elleriyle, kapkara cüppesiyle ürkütücüydü. Lakin Ozan, onu artık korkunç bulmuyordu. Hatta Tanrı Yurdu'na göçeceği için sevinmeye bile başlamıştı.

   _ Neyi bekliyoruz Aldaçı? Bak, şafak söktü... Vakit tamam... Ozan, bunları söylerken ister istemez sesi titremişti. Aldaçı kalın sesiyle konuştu:
   _ Korkma Ozan... Artık huzura kavuşacaksın... Korkma, kısa bir yolumuz var...
   _ Korkmuyorum Aldaçı... Ben yolculuklara alışkınım...

* * * * *

   Ozan Yolbars'ın kopuzunun telleri, asırlar boyunca hiç susmadı. Nice göçler, savaşlar, kayıplar ardından elden ele miras olarak geçti. Yıllar yılı, bu kopuzun nerede, kimlerin elinde olduğunu kimse bilemedi. Buna rağmen bütün bozkır halkı, onun tellerinin hala tıngırdadığına inanıyordu.

   Kopuzun sesini duymak isteyenler, bu bozkırdaki rüzgarların sesini dinlemelidir. En kalın telin sesini duymak için, gök gürültüsünü duymak yeterlidir. Orta teli duymak için, dağlardan yuvarlanan büyük kayaların gümbürtüsüne kulak vermelidir. En ince teli işitmek için ise, ırmakların çağıltısına kulak kabartmak gereklidir. Kim bilir, yüreğinizle dinlerseniz, belki Ozan Yolbars'ın yaktığı türküleri bile duyabilirsiniz.