VBB

10 Kasım 2014 Pazartesi

taş bekçi



-öykü-


Rüzgarın o ahenkli kokusu burnumda tütüyor. Burnumun yıllar önce koptuğuna bakmayın siz; ben alırım toprağın ıslak kokusunu. Mevsimler değişirken rüzgarlar da güneyden kuzeye doğru yönlerini çevirirler. İşte o zaman güneşten kızmış kumların kokusu yerine, çam ormanlarının ve dağların kokusu sarar etrafı.

Ben her sabah güneşi selamlarım. En erken ben uyanırım bozkırda. Hatta bazı geceler hiç uyumam. Daha doğrusu uyuyamam... Ayın ne kadar dedikoducu olduğunu bilmezsiniz siz. Bu dedikoduları hep o Yalçuk Ana'dan alıyor. Tabi siz onu da bilmezsiniz. Yalçuk Ana ayın ruhudur. Her gece yıldızlara teker teker inerek birer ateş yakar. Milyonlarca yıldızı hiç üşenmeden aydınlatır da biz onları bu şekilde görürüz. Sonra da Yalçuktay Ata ile beraber ayda oturup alev alev yanan yıldızcıklarını izlerler keyifle.

Biliyorum, anlattıklarım hoşunuza gitti. Üzgünüm... Şimdilik susmam gerek, çünkü içeri birileri geliyor. Ayak seslerini duyuyorum... Görüşmek üzere...

* * *

_ Hocam, etraftaki dedikodular aldı başını gitti!
_ Ne dedikodusuymuş bu? Neler saçmalıyor bizim öğrenci milleti gene?
_ Sadece öğrenciler değil hocam... Öğretmenler arasında da... Hatta dedikodular üniversitemizin dışına kadar taşmış. Bir magazin mecmuasına kadar...
_ Yeter!.. Bu saçmalıkları dillendirmek bile zavallılık... Firavun'un mumyası Avrupa'ya ilk geldiğinde neler duymuştuk biz. Ya kurgandan çıkanlar... Ben arkeolojiye yıllarını vermiş bir hocayım evladım... O eski Hun mezarından cesedi ilk çıkardığımızda herkes korkmuştu. Neymiş, bir büyü ya da tılsım var mıymış...
Hoca -kendisi altmış iki yaşında bir profesördü- burada gülerek konuşmasına ara verdi. Yanındaki öğrencisi de içten gelmeyerek nezaketen gülümsemişti. Genç kızın yüzünde belli belirsiz bir endişe okunuyordu. Profesör, aldırmaz bakışlarla öğrencisinin yüzüne, gözlerinin içine baktı. Endişeyi orada çakılmış görünce sormadan edemedi:
_ Gördüğüm bu endişe dedikodulardan mı? Yoksa sen de mi inanıyorsun bu ortaçağ zırvalarına?
_ Hayır hocam... Tabi ki hayır...

Profesör, öğrencisi Adele'i geniş koridorun ortasında bırakarak çıkıp gitti. Adele ise Orta Asya Eserleri Salonu'nun kapısı önünde takılıp kalmıştı. Kapı açıktı ve içerideki nadide eserler görülebiliyordu. Kapıya yaslanarak içeriye doğru baktı. Sağ tarafta Hun mezarından çıkarılan miğferle zırh duruyordu. Hemen yanlarında da yine başka bir kurgandan çıkan bakır taslar, gümüş kupalar sıralanmıştı. Sol tarafta ise birkaç mezartaşı vardı.

Adele, biraz çekinerek mezartaşlarının gerisine, salonun en sonuna yerleştirilmiş balbala baktı. Meşhur “Tılsımlı Balbal” oradaydı. Taştan oyulmuş çekik gözlerini kendisine dikmiş bakıyordu adeta. Adele bir an için tüylerinin ürperdiğini hissetti. İçinden: “Ne saçmalıyorum ben” dese de anlam veremediği bir his vardı içinde.

Kolundaki saate bakınca aklına geldi. “Eyvahlar olsun!” diyerek kendini toparladı. Bu akşam üstü yeni erkek arkadaşıyla ilk randevusu vardı. Elleriyle uzun, kumral saçlarını yokladı: “Yağ içindeler, lanet olsun! Duş almam bir asır sürer!”

Telaşla salondan çıkıp gitti. Doğruca, kaldığı öğrenci evine gidiyordu. O an için balbalı da dedikoduları da unutuvermişti.

* * *

Ne güzel bir kız. Ah, bir de ne konuştuğunu anlayabilsem... Buradaki insanlar sabahtan akşama kadar “gulu gulu” diye konuşup duruyorlar, lakin hiçbir şey anlaşılmıyor dediklerinden. Çoğu da çirkin, suratsız, soğuk insanlar zaten. Ama şu kız... O başka. O, bana Ayzıt'ı hatırlatıyor. Ayzıt; toprağın yeşermesi kadar pırıltılı, rüzgarın serinletmesi kadar güzeldi. Güneşin ilk doğuşu gibi yumuşak bir gülüşü vardı. Evet evet, bu kız aynı ona benziyor.

Nerede kalmıştık? Size geldiğim yeri, memleketimi anlatıyordum sanırsam. Benim geldiğim yer çok uzakta. Uçsuz bucaksız bozkırların, unutulmuş bir köşesinde. Buralardan çok uzakta olduğunu biliyorum, ama tam olarak ne kadar uzak söyleyemem.

Beni bir sabah ansızın topraktan söküp çıkardılar. Sonra da keçeye sarıp bir sandığa tıktılar. Bir daha gün yüzü göremeyeceğimi sanmıştım. Tanrı'ya şükür, gözümü bir açtım ki bu odadayım. Etrafımda da çirkin, suratsız bir sürü insan... Keçi sakallı, ihtiyar bir adam oramı buramı kurcalayıp çevresindekilere bir şeyler anlatıyordu. Of, aklıma geldikçe sinirleniyorum!..

Konuyu dağıttım yine... Ben bozkırda, Ulu Hakan C... Yoo!.. Bunu kimseye söylememem gerek! Ben, yüce hakanımızın sırrını korumak için oraya yerleştirildim. Yüzlerce yıldır da yerimde duruyordum. Hiç konuşmadan, sonsuz bozkırı gözlerimle tarayarak asırlardır orada nöbetteydim. Evet, bozkırın en büyük sırrının taştan bekçisiyim ben.

Ne zaman yolculardan ya da gezginlerden birileri yöreme yaklaşmak istese rüzgara sesleniyordum. Rüzgar sertçe eserek yolcuları korkutup kaçırıyordu. Kapalı havalarda yardımıma bulutlar yetişiyordu. Şimşek çaktırıp yöreme yaklaşanları korkutuyorlardı. Böylece etrafıma hiçbir canlıyı yanaştırmadım. Toprağın kutlu ölülerimizi sadakatle sakladığı gibi ben de bu büyük sırrı sakladım.

Güzel bozkır. Geniş, sonsuz bozkır. Sapsarı kumlar denizi. Sonu gelmeyen rüzgarların seyahat rotası... Seni çok özlüyorum çok... Ulu hakanımızın kurganını koruyamıyorum şimdi. Çok üzgünüm, ama benim suçum değil ki. Bu çirkin, mendebur insanlar beni toprağımdan çekip çıkardılar! Bu dört duvar arasına tıktılar!

Ey Yüce Gök Tanrı!.. Yüceler yücesi, alemlerin efendisi! Sesimi işit... Bana yardım et!...

* * *

_ Bu ne saçmalık! Hafif bir depremi nasıl da yılın olayı yaptılar... Ah şu gazeteciler yok mu!
_ Bence de azizim, tümü saçmalık!.. Bunların hepsi şu bizim işgüzar Alex'in işleri. Haber olacağını bilse, buruşuk anasına bile tuvalet giydirip Paris'te tur attırırdı!..

Salonda toplanan ihtiyar hocalar kahkahalarla güldüler bu espriye. Hocaların hepsi de saçları ak, beyinleri dolu; isimlerinin önünde bir düzine unvan bulunan kimselerdi.

Adele'in hocası Profesör François, deri koltuğa yayılmış, bacak bacak üstüne atmıştı. Ağzındaki pipodan bir nefes çekerek arkadaşlarına döndü:

_ Haydi öyleyse, gidip şu bizim lanetli antikayı görelim... Bakalım çenesi düşüklerin dediği gibi depreme sebep olabilecek kadar kuvvetli miymiş? İhtiyar Oryantalist Noel ellerini çırparak bağırdı:
_ Tabi ya! Durduğumuz kabahat... Haydi hanımlar, kaldırın buruşuk popolarınızı gömüldükleri koltuklardan. Buruşuk kelimesini sevdiği belliydi. En küçük fırsatta cümlelerinin içine yerleştirmekte ustaydı anlaşılan. Gururlu bir tavırla, biraz da alaycı ve çatlak sesiyle devam etti: Ne zaman unuttuk “bin yedi yüz seksen dokuz”u? Biz 14 Temmuz'un çocuklarıyız... Yürüyün, ileri!..

İhtiyar profesörler kalkarak Orta Asya Eserleri Salonu'na doğru yürüdüler. Profesör François, elindeki pipodan nefes çekerek en önden gitmekteydi. Profesör Noel, ona bakarak içinden geçirdi: “Gençken de böyleydi. Sanki zafer kazanmış bir komutan gibi hep önden gider. Burnu kalkık herif!.. Seni üniversite kürsüsüne alanın suratına köpekler işesin e mi!..” İhtiyar François ise kaygısızca, sol eli yeleğinin cebinde, sağ elinde zafer sancağı tutuyormuş gibi tuttuğu piposuyla yürüyodu. Gerçekten de kendini çok beğendiği belliydi. Sorsalar, yirmilik delikanlılarla çekicilik yarışına girebilirdi.

Sonunda salonun kapısına gelmişlerdi. François, kendi evinin salonuna misafir buyur edermiş bir edayla arkadaşlarına hitap etti:
_ Buyurunuz dostlarım. Şu bizim işgüzar Alex'in lanetli balbalını görünüz... Büyük, siyah ahşaptan kapıyı iki eliyle iterek açtı. İçeri önce kendisi girdi.

İhtiyar profesörler, şaşkınlıktan dona kalmışlardı. En çok da François şaşırmıştı. Şaşırdığı kadar da kızmıştı gördüklerine. Hatta geniş suratı, sarkık yanakları kıpkırmızı olmuştu sinirden. Önce kekeledi, sonra gür sesiyle kapıdan dışarı bağırmaya başladı:
_ Güvenlik!.. Güvenlik!.. Yok mu buranın sorumlusu yahu! Neredesiniz eşek herifler!..

Genç bir güvenlik görevlisi ve iki memur koşarak geldiler. Önce odaya bir göz attılar. Gördükleri karşısında onlar da dehşete kapılmış olmalıydı. Önce François'in sinirden kızarmış ablak suratına, titreyen beyaz sakalına, sonra diğer profesörlere aval aval baktılar. François ise daha yeni başlıyordu. Derin bir nefes aldı, tükürürmüş gibi sövüp saymaya başladı:
_ Çağırın, polisleri çağırın!.. Bütün Paris'i ayağa kaldırın! Hatta bakanlığa haber verin. Hırsızlık vakasını bütün yetkili mercilere bildirin. Eşekler, aptallar, beceriksizler!.. Siz nesiniz? Koyun musunuz! İşiniz buranın güvenliği değil mi? Aptal aptal bakmayın suratıma ulan! Koşun haber verin polise! Rezalet, rezalet, rezalet!.. İnanılır gibi değil... Rezalet... Kepazelik...

Oryantalist Noel elini yanındaki Dil Bilimci Pascal'ın omzuna koymuş, olduğu yerde çakılı kalmıştı. Salondaki kaosa inanmayan gözlerle bakıyordu. Pascal ise sanki gözlüklerinde buğu varmış gibi camlarını siliyordu. İhtiyar gözlerinin ona oyun oynadığını zannediyor olmalıydı ki gözlerini ovuşturdu, sonra gözlüğü burnunun üzerine kibarca yerleştirdi. Baktı, baktı. Hayır, korkunç manzara değişmemişti. Herkesin arkasında duran zayıf, güdük, Yahudi dönmesi Fransız Edebiyatı Profesörü Wilhelm ise bir François'in yüzüne, bir salona bakıyor; yalnızca susmakla ve dudaklarını kemirmekle yetiniyordu.

Geniş salonda bulunan bütün tarihi eserler yok olmuştu. Geriye keçi derileri, at pislikleri ve hayvan kemikleri bırakılmıştı. Etrafta iğrenç bir koku hakimdi. Duvarlar adeta tezekle sıvanmıştı. Tavanda ise kocaman bir sığır kafası asılıydı değerli antika avizenin yerine.

Şaşkınlığından ilk ayılan Profesör Noel olmuştu. Hemen kendini toplayarak François'e çıkıştı:
_ Sen ne yapıyorsun azizim? Ortalığı velveleye vermeye gerek yok. Bu olay duyulursa bir daha bize değil üniversite kürsüsünde hocalık, okul kantini bile emanet etmezler. Sakin olalım, düşünelim. Bu işi en azından üniversite konseyi içinde halletmenin bir yolunu bulalım. Öyle değil mi?

François de bir an olsun rahatlamıştı. Derin bir nefes aldı. Her daim sağ elinde tutuğu piposu ilk şaşkınlık anında yere düşmüştü. Onun yokluğunu fark etmiyordu bile. Eski dostu Noel'e döndü:
_ Hay aklınla bin yaşa ihtiyar kurt! Doğru ya, olayı dallandırıp budaklandırmaya gerek yok. Kendi aramızda bir araştırma grubu kurar, hırsızları dört koldan araştırırız. Sonra aklına kötü bir şey gelmiş gibi yüzünü ekşitti: Ama ya konseydekiler? Frank, Anton... Hele senin matematikçi Vert... Onların gönlünü nasıl yaparız?
_ Sen endişe etme. Onları ben ayarlarım. Diğerlerine dönerek: Her şeyi bana bırakın. Ben onların aklını çelerim. Sizin yapmanız gereken tek şey sakinleşip duruma hakim olmak. En çok da sen François. Aman bir aptallık etmeyesin!..

François o derece şaşkın ve çaresizdi ki Noel'e itiraz edemezdi. Şu anda malını mülkünü üstüme yap dese hayır diyecek takati yoktu. Eli ayağı boşalmıştı. İhtiyar bedeni bu adrenaline daha fazla dayanamadı. Oracığa yığıldı kaldı. Zavallının tansiyonu düşmüştü.

* * *

Bozkırda binlerce yıldır süren bir sessizlik hakimdi. Rüzgar hafif hafif esiyor, bodur çalıları dans ettiriyordu. Yalnız arada, çok uzaklardan bir ırmağın çağıldaması, bir kartalın avını takip ederken attığı çığlıklar geliyordu. Sonrası yine sessizlik...

İşte, bozkırda değişen hiçbir şey olmamıştı. Yine her şey yerli yerindeydi. Kadim toprağın geleneklerini bozmaya hiç niyeti yoktu.

* * *

Sizi unuttum mu sandınız? Unutmadım elbet. O dört duvar arasından nasıl kurtuldum merak ediyorsunuzdur. Yüce Tanrı'ya sabah akşam dualar ettim, yakardım. Sesim çıksaydı gökleri çınlatırdım. Gözlerim yaş akıtsaydı seller gibi gözyaşı dökerdim. Ellerim olsaydı saçımı başımı yolar, yüzümü tırnaklarımla parçalardım. Oluk gibi kanımı akıtırdım Tanrı'ya kurban diye...

Bunları yapamazdım ama içimden, ta derinlerimden dualar ettim. Kalbim de dış bedenim gibi taştan oyulmuş olabilir, ama beni toprağımdan ayıran o insanlardan çok daha büyük hisler vardır içinde.

Gecelerce dua ettim, göklere yakardım. Sonunda Yüce Gök Tanrı sesimi duydu. Bana yardım için şamanların atası Arkıl Ata'nın ruhunu yolladı. Arkıl Ata, ak kısrağı Pura'nın üstünde geldi. Beni tek eliyle kaldırarak atının terkisine aldı. Kendisi çok şakacı biridir. Ardımızda bıraktığımız keçi derileri, hayvan kemikleri onun eseridir. At pislikleri de sanırsam Pura'nın marifeti!..

İşte, size öykümü anlattım. Dostlarım, sakın ısrar etmeyesiniz. Yalvarsanız da yakarsanız da kimi koruduğumu söylemem. Yüzlerce yıldır ağzımı dahi açmadım. Sırrımı bozkırın en derinlerine gömdüm. Ulu Hayat Ağacı'nın kökleri gibi en derinlere gizledim bildiklerimi. Bu yüzden ısrar etmeyin sakın. Anlatamam... Gök Tanrı'ya söz verdim ben.

Beni bu topraktan çekip almaya çalışacak bir kişi daha olursa, tepesine yıldırımlar düşsün! Başına kayalar yuvarlansın! Ben, kıyamete kadar ulu hakanımızın değerli kemiklerinin bekçiliğini yapacağım. Gök Tanrı size selamet versin. Bozkırın ruhu sizinle olsun. Hoşçakalın dostlarım...


08.11.2014



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder