-öykü-
Rüzgarın o ahenkli kokusu burnumda
tütüyor. Burnumun yıllar önce koptuğuna bakmayın siz; ben
alırım toprağın ıslak kokusunu. Mevsimler değişirken rüzgarlar
da güneyden kuzeye doğru yönlerini çevirirler. İşte o zaman
güneşten kızmış kumların kokusu yerine, çam ormanlarının ve
dağların kokusu sarar etrafı.
Ben her sabah güneşi selamlarım.
En erken ben uyanırım bozkırda. Hatta bazı geceler hiç uyumam.
Daha doğrusu uyuyamam... Ayın ne kadar dedikoducu olduğunu
bilmezsiniz siz. Bu dedikoduları hep o Yalçuk Ana'dan alıyor. Tabi
siz onu da bilmezsiniz. Yalçuk Ana ayın ruhudur. Her gece
yıldızlara teker teker inerek birer ateş yakar. Milyonlarca
yıldızı hiç üşenmeden aydınlatır da biz onları bu şekilde
görürüz. Sonra da Yalçuktay Ata ile beraber ayda oturup alev alev
yanan yıldızcıklarını izlerler keyifle.
Biliyorum, anlattıklarım hoşunuza
gitti. Üzgünüm... Şimdilik susmam gerek, çünkü içeri birileri
geliyor. Ayak seslerini duyuyorum... Görüşmek üzere...
* * *
_ Hocam, etraftaki
dedikodular aldı başını gitti!
_ Ne dedikodusuymuş bu?
Neler saçmalıyor bizim öğrenci milleti gene?
_ Sadece öğrenciler değil
hocam... Öğretmenler arasında da... Hatta dedikodular
üniversitemizin dışına kadar taşmış. Bir magazin mecmuasına
kadar...
_ Yeter!.. Bu saçmalıkları
dillendirmek bile zavallılık... Firavun'un mumyası Avrupa'ya ilk
geldiğinde neler duymuştuk biz. Ya kurgandan çıkanlar... Ben
arkeolojiye yıllarını vermiş bir hocayım evladım... O eski Hun
mezarından cesedi ilk çıkardığımızda herkes korkmuştu.
Neymiş, bir büyü ya da tılsım var mıymış...
Hoca -kendisi altmış
iki yaşında bir profesördü- burada gülerek konuşmasına ara
verdi. Yanındaki öğrencisi de içten gelmeyerek nezaketen
gülümsemişti. Genç kızın yüzünde belli belirsiz bir endişe
okunuyordu. Profesör, aldırmaz bakışlarla öğrencisinin yüzüne,
gözlerinin içine baktı. Endişeyi orada çakılmış görünce
sormadan edemedi:
_ Gördüğüm bu endişe
dedikodulardan mı? Yoksa sen de mi inanıyorsun bu ortaçağ
zırvalarına?
_ Hayır hocam... Tabi ki
hayır...
Profesör, öğrencisi
Adele'i geniş koridorun ortasında bırakarak çıkıp gitti. Adele
ise Orta Asya Eserleri Salonu'nun kapısı önünde takılıp
kalmıştı. Kapı açıktı ve içerideki nadide eserler
görülebiliyordu. Kapıya yaslanarak içeriye doğru baktı. Sağ
tarafta Hun mezarından çıkarılan miğferle zırh duruyordu. Hemen
yanlarında da yine başka bir kurgandan çıkan bakır taslar, gümüş
kupalar sıralanmıştı. Sol tarafta ise birkaç mezartaşı vardı.
Adele, biraz çekinerek
mezartaşlarının gerisine, salonun en sonuna yerleştirilmiş
balbala baktı. Meşhur “Tılsımlı Balbal” oradaydı. Taştan
oyulmuş çekik gözlerini kendisine dikmiş bakıyordu adeta. Adele
bir an için tüylerinin ürperdiğini hissetti. İçinden: “Ne
saçmalıyorum ben” dese de anlam veremediği bir his vardı
içinde.
Kolundaki saate bakınca
aklına geldi. “Eyvahlar olsun!” diyerek kendini toparladı. Bu
akşam üstü yeni erkek arkadaşıyla ilk randevusu vardı.
Elleriyle uzun, kumral saçlarını yokladı: “Yağ içindeler,
lanet olsun! Duş almam bir asır sürer!”
Telaşla salondan çıkıp
gitti. Doğruca, kaldığı öğrenci evine gidiyordu. O an için
balbalı da dedikoduları da unutuvermişti.
* * *
Ne güzel bir kız. Ah,
bir de ne konuştuğunu anlayabilsem... Buradaki insanlar sabahtan
akşama kadar “gulu gulu” diye konuşup duruyorlar, lakin hiçbir
şey anlaşılmıyor dediklerinden. Çoğu da çirkin, suratsız,
soğuk insanlar zaten. Ama şu kız... O başka. O, bana Ayzıt'ı
hatırlatıyor. Ayzıt; toprağın yeşermesi kadar pırıltılı,
rüzgarın serinletmesi kadar güzeldi. Güneşin ilk doğuşu gibi
yumuşak bir gülüşü vardı. Evet evet, bu kız aynı ona
benziyor.
Nerede kalmıştık? Size
geldiğim yeri, memleketimi anlatıyordum sanırsam. Benim geldiğim
yer çok uzakta. Uçsuz bucaksız bozkırların, unutulmuş bir
köşesinde. Buralardan çok uzakta olduğunu biliyorum, ama tam
olarak ne kadar uzak söyleyemem.
Beni bir sabah ansızın
topraktan söküp çıkardılar. Sonra da keçeye sarıp bir sandığa
tıktılar. Bir daha gün yüzü göremeyeceğimi sanmıştım.
Tanrı'ya şükür, gözümü bir açtım ki bu odadayım. Etrafımda
da çirkin, suratsız bir sürü insan... Keçi sakallı, ihtiyar bir
adam oramı buramı kurcalayıp çevresindekilere bir şeyler
anlatıyordu. Of, aklıma geldikçe sinirleniyorum!..
Konuyu dağıttım
yine... Ben bozkırda, Ulu Hakan C... Yoo!.. Bunu kimseye söylememem
gerek! Ben, yüce hakanımızın sırrını korumak için oraya
yerleştirildim. Yüzlerce yıldır da yerimde duruyordum. Hiç
konuşmadan, sonsuz bozkırı gözlerimle tarayarak asırlardır
orada nöbetteydim. Evet, bozkırın en büyük sırrının taştan
bekçisiyim ben.
Ne zaman yolculardan ya
da gezginlerden birileri yöreme yaklaşmak istese rüzgara
sesleniyordum. Rüzgar sertçe eserek yolcuları korkutup
kaçırıyordu. Kapalı havalarda yardımıma bulutlar yetişiyordu.
Şimşek çaktırıp yöreme yaklaşanları korkutuyorlardı. Böylece
etrafıma hiçbir canlıyı yanaştırmadım. Toprağın kutlu
ölülerimizi sadakatle sakladığı gibi ben de bu büyük sırrı
sakladım.
Güzel bozkır. Geniş,
sonsuz bozkır. Sapsarı kumlar denizi. Sonu gelmeyen rüzgarların
seyahat rotası... Seni çok özlüyorum çok... Ulu hakanımızın
kurganını koruyamıyorum şimdi. Çok üzgünüm, ama benim suçum
değil ki. Bu çirkin, mendebur insanlar beni toprağımdan çekip
çıkardılar! Bu dört duvar arasına tıktılar!
Ey Yüce Gök Tanrı!..
Yüceler yücesi, alemlerin efendisi! Sesimi işit... Bana yardım
et!...
* * *
_ Bu ne saçmalık! Hafif
bir depremi nasıl da yılın olayı yaptılar... Ah şu gazeteciler
yok mu!
_ Bence de azizim, tümü
saçmalık!.. Bunların hepsi şu bizim işgüzar Alex'in işleri.
Haber olacağını bilse, buruşuk anasına bile tuvalet giydirip
Paris'te tur attırırdı!..
Salonda toplanan ihtiyar
hocalar kahkahalarla güldüler bu espriye. Hocaların hepsi de
saçları ak, beyinleri dolu; isimlerinin önünde bir düzine unvan
bulunan kimselerdi.
Adele'in hocası Profesör
François, deri koltuğa yayılmış, bacak bacak üstüne atmıştı.
Ağzındaki pipodan bir nefes çekerek arkadaşlarına döndü:
_ Haydi öyleyse, gidip şu
bizim lanetli antikayı görelim... Bakalım çenesi düşüklerin
dediği gibi depreme sebep olabilecek kadar kuvvetli miymiş? İhtiyar
Oryantalist Noel ellerini çırparak bağırdı:
_ Tabi ya! Durduğumuz
kabahat... Haydi hanımlar, kaldırın buruşuk popolarınızı
gömüldükleri koltuklardan. Buruşuk kelimesini sevdiği belliydi.
En küçük fırsatta cümlelerinin içine yerleştirmekte ustaydı
anlaşılan. Gururlu bir tavırla, biraz da alaycı ve çatlak
sesiyle devam etti: Ne zaman unuttuk “bin yedi yüz seksen dokuz”u?
Biz 14 Temmuz'un çocuklarıyız... Yürüyün, ileri!..
İhtiyar profesörler
kalkarak Orta Asya Eserleri Salonu'na doğru yürüdüler. Profesör
François, elindeki pipodan nefes çekerek en önden gitmekteydi.
Profesör Noel, ona bakarak içinden geçirdi: “Gençken de
böyleydi. Sanki zafer kazanmış bir komutan gibi hep önden gider.
Burnu kalkık herif!.. Seni üniversite kürsüsüne alanın suratına
köpekler işesin e mi!..” İhtiyar François ise kaygısızca, sol
eli yeleğinin cebinde, sağ elinde zafer sancağı tutuyormuş gibi
tuttuğu piposuyla yürüyodu. Gerçekten de kendini çok beğendiği
belliydi. Sorsalar, yirmilik delikanlılarla çekicilik yarışına
girebilirdi.
Sonunda salonun kapısına
gelmişlerdi. François, kendi evinin salonuna misafir buyur edermiş
bir edayla arkadaşlarına hitap etti:
_ Buyurunuz dostlarım. Şu
bizim işgüzar Alex'in lanetli balbalını görünüz... Büyük,
siyah ahşaptan kapıyı iki eliyle iterek açtı. İçeri önce
kendisi girdi.
İhtiyar profesörler,
şaşkınlıktan dona kalmışlardı. En çok da François
şaşırmıştı. Şaşırdığı kadar da kızmıştı gördüklerine.
Hatta geniş suratı, sarkık yanakları kıpkırmızı olmuştu
sinirden. Önce kekeledi, sonra gür sesiyle kapıdan dışarı
bağırmaya başladı:
_ Güvenlik!.. Güvenlik!..
Yok mu buranın sorumlusu yahu! Neredesiniz eşek herifler!..
Genç bir güvenlik
görevlisi ve iki memur koşarak geldiler. Önce odaya bir göz
attılar. Gördükleri karşısında onlar da dehşete kapılmış
olmalıydı. Önce François'in sinirden kızarmış ablak suratına,
titreyen beyaz sakalına, sonra diğer profesörlere aval aval
baktılar. François ise daha yeni başlıyordu. Derin bir nefes
aldı, tükürürmüş gibi sövüp saymaya başladı:
_ Çağırın, polisleri
çağırın!.. Bütün Paris'i ayağa kaldırın! Hatta bakanlığa
haber verin. Hırsızlık vakasını bütün yetkili mercilere
bildirin. Eşekler, aptallar, beceriksizler!.. Siz nesiniz? Koyun
musunuz! İşiniz buranın güvenliği değil mi? Aptal aptal
bakmayın suratıma ulan! Koşun haber verin polise! Rezalet,
rezalet, rezalet!.. İnanılır gibi değil... Rezalet...
Kepazelik...
Oryantalist Noel elini
yanındaki Dil Bilimci Pascal'ın omzuna koymuş, olduğu yerde
çakılı kalmıştı. Salondaki kaosa inanmayan gözlerle bakıyordu.
Pascal ise sanki gözlüklerinde buğu varmış gibi camlarını
siliyordu. İhtiyar gözlerinin ona oyun oynadığını zannediyor
olmalıydı ki gözlerini ovuşturdu, sonra gözlüğü burnunun
üzerine kibarca yerleştirdi. Baktı, baktı. Hayır, korkunç
manzara değişmemişti. Herkesin arkasında duran zayıf, güdük,
Yahudi dönmesi Fransız Edebiyatı Profesörü Wilhelm ise bir
François'in yüzüne, bir salona bakıyor; yalnızca susmakla ve
dudaklarını kemirmekle yetiniyordu.
Geniş salonda bulunan
bütün tarihi eserler yok olmuştu. Geriye keçi derileri, at
pislikleri ve hayvan kemikleri bırakılmıştı. Etrafta iğrenç
bir koku hakimdi. Duvarlar adeta tezekle sıvanmıştı. Tavanda ise
kocaman bir sığır kafası asılıydı değerli antika avizenin
yerine.
Şaşkınlığından ilk
ayılan Profesör Noel olmuştu. Hemen kendini toplayarak François'e
çıkıştı:
_ Sen ne yapıyorsun azizim?
Ortalığı velveleye vermeye gerek yok. Bu olay duyulursa bir daha
bize değil üniversite kürsüsünde hocalık, okul kantini bile
emanet etmezler. Sakin olalım, düşünelim. Bu işi en azından
üniversite konseyi içinde halletmenin bir yolunu bulalım. Öyle
değil mi?
François de bir an olsun
rahatlamıştı. Derin bir nefes aldı. Her daim sağ elinde tutuğu
piposu ilk şaşkınlık anında yere düşmüştü. Onun yokluğunu
fark etmiyordu bile. Eski dostu Noel'e döndü:
_ Hay aklınla bin yaşa
ihtiyar kurt! Doğru ya, olayı dallandırıp budaklandırmaya gerek
yok. Kendi aramızda bir araştırma grubu kurar, hırsızları dört
koldan araştırırız. Sonra aklına kötü bir şey gelmiş gibi
yüzünü ekşitti: Ama ya konseydekiler? Frank, Anton... Hele senin
matematikçi Vert... Onların gönlünü nasıl yaparız?
_ Sen endişe etme. Onları
ben ayarlarım. Diğerlerine dönerek: Her şeyi bana bırakın. Ben
onların aklını çelerim. Sizin yapmanız gereken tek şey
sakinleşip duruma hakim olmak. En çok da sen François. Aman bir
aptallık etmeyesin!..
François o derece şaşkın
ve çaresizdi ki Noel'e itiraz edemezdi. Şu anda malını mülkünü
üstüme yap dese hayır diyecek takati yoktu. Eli ayağı
boşalmıştı. İhtiyar bedeni bu adrenaline daha fazla dayanamadı.
Oracığa yığıldı kaldı. Zavallının tansiyonu düşmüştü.
* * *
Bozkırda binlerce yıldır
süren bir sessizlik hakimdi. Rüzgar hafif hafif esiyor, bodur
çalıları dans ettiriyordu. Yalnız arada, çok uzaklardan bir
ırmağın çağıldaması, bir kartalın avını takip ederken
attığı çığlıklar geliyordu. Sonrası yine sessizlik...
İşte, bozkırda değişen
hiçbir şey olmamıştı. Yine her şey yerli yerindeydi. Kadim
toprağın geleneklerini bozmaya hiç niyeti yoktu.
* * *
Sizi unuttum mu sandınız?
Unutmadım elbet. O dört duvar arasından nasıl kurtuldum merak
ediyorsunuzdur. Yüce Tanrı'ya sabah akşam dualar ettim, yakardım.
Sesim çıksaydı gökleri çınlatırdım. Gözlerim yaş akıtsaydı
seller gibi gözyaşı dökerdim. Ellerim olsaydı saçımı başımı
yolar, yüzümü tırnaklarımla parçalardım. Oluk gibi kanımı
akıtırdım Tanrı'ya kurban diye...
Bunları yapamazdım ama
içimden, ta derinlerimden dualar ettim. Kalbim de dış bedenim gibi
taştan oyulmuş olabilir, ama beni toprağımdan ayıran o
insanlardan çok daha büyük hisler vardır içinde.
Gecelerce dua ettim,
göklere yakardım. Sonunda Yüce Gök Tanrı sesimi duydu. Bana
yardım için şamanların atası Arkıl Ata'nın ruhunu yolladı.
Arkıl Ata, ak kısrağı Pura'nın üstünde geldi. Beni tek eliyle
kaldırarak atının terkisine aldı. Kendisi çok şakacı biridir.
Ardımızda bıraktığımız keçi derileri, hayvan kemikleri onun
eseridir. At pislikleri de sanırsam Pura'nın marifeti!..
İşte, size öykümü
anlattım. Dostlarım, sakın ısrar etmeyesiniz. Yalvarsanız da
yakarsanız da kimi koruduğumu söylemem. Yüzlerce yıldır ağzımı
dahi açmadım. Sırrımı bozkırın en derinlerine gömdüm. Ulu
Hayat Ağacı'nın kökleri gibi en derinlere gizledim bildiklerimi.
Bu yüzden ısrar etmeyin sakın. Anlatamam... Gök Tanrı'ya söz
verdim ben.
Beni bu topraktan çekip
almaya çalışacak bir kişi daha olursa, tepesine yıldırımlar
düşsün! Başına kayalar yuvarlansın! Ben, kıyamete kadar ulu
hakanımızın değerli kemiklerinin bekçiliğini yapacağım. Gök
Tanrı size selamet versin. Bozkırın ruhu sizinle olsun. Hoşçakalın
dostlarım...
08.11.2014
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder