![]() |
ressam: İbrahim Balaban |
-öykü-
Güneş nice zamandır bozkıra
küsmüştü. Gökyüzüne kapkara bulutlar hakimdi. Dağların
tepelerine sis oturmuş, kalkmıyordu. Güz mevsimi, yağmurlarıyla
bol bol suluyordu bu diyarları. Obalar da yaklaşan kış için
alçak ovalara yerleşmiş, çadırlarını kurmuştu. Yeldiren
Ovası, yüzlerce ak çadırın oluşturduğu bir keçe ormanı
halini almıştı.
Yeldiren Ovası'nın en hakim
yerinde yurtlanan Akbürküt Obası'nın beyi, ak çadırında
ozanları, kamları ağırlamaktan zevk duyardı. Tanrı
misafirlerine her türlü saygı ve ikramda kusur etmez; hepsinin
gönlünü hoş tutardı. Bu yüzden beye “Elibol Bey” lakabı
verilmişti.
İhtiyar Ozan Yolbars, bu cömert
beyin obasına yerleşmişti. İki haftadır burada yiyip içiyor,
kopuzuyla türküler söylüyor, bey ve adamlarıyla hoş vakit
geçiriyordu. Bey, ozana ak bir çadır vermiş, hizmetine de bir
genci görevlendirmişti. Ozan Yolbars, bey gibi yaşıyordu doğrusu.
Halinden memnun olmasına memnundu ya; içinde yine de bir sıkıntı
vardı. Gece gündüz yüreğini kemiren kurtlar vardı sanki.
Elibol Bey, yine sabahlara kadar
süren bir eğlence tertiplemişti. Irmak gibi kımız akmış, dağ
gibi koyun, sığır eti yığılmıştı. Yemekten içmekten
herkesin karnı şaman davuluna dönmüştü. Ancak gün ışımaya
yüz tutunca eğlenceyi bitirebilmişlerdi. Gençler yine iyi
dayanıyordu da ihtiyar ozan artık bu derece içmeye gelemiyordu.
Beyden kibarca izin isteyip çadırına çekildi. Başı dönüyordu.
Ekşi kımız onu iyiden iyiye çarpmıştı. Elindeki kopuzunu bir
kenara bıraktı. Soyunup yatağına uzandı. Tam yorgun gözlerini
kapatmıştı ki çadırın köşesinde bir ses duyarak irkildi.
Dirseklerinin üzerinde doğruldu. Gözünü çadırın karanlığına
alıştırmaya çalıştı. Karanlıkta görmeye çabalarken köşeden
kalın bir ses ona seslendi:
_ Korkma ihtiyar ozan. Ben
Gök-Tanrı'nın elçisi Aldaçı'yım.
Ozan bunu duyunca iyiden iyiye
korktu, titredi. Bir anda her tarafını soğuk terler kapladı.
Acaba birisi ona şaka mı ediyordu? Şakaysa, bu ne münasebetsiz
bir şakaydı! İhtiyar ozan, korku içinde uykulu gözlerini
ovuşturdu. Titreyen sesiyle çadırın karanlıkta kalan köşesine
doğru seslendi:
_ Bana şaka mı edersin? Her kimsen
yakınıma gel... Gel de seni bir iyice göreyim...
Köşeden bir karaltı hareket etti.
Ozanın yattığı yere doğru yaklaştı. Yaklaştıkça da boyu
uzadı, uzadı. Şimdi, çadırın tepesinden fırlayacak kadar uzun,
kocaman bir karaltı ozanın tam önünde duruyordu. Yüzü
görünmüyordu ama gözlerinin akı seçilebiliyordu. Bu göz
aklarının tam ortalarında da sapsarı gözbebekleri vardı.
Ozan, kendisine şaka yapılmadığını
anlamıştı. Bu, Can Alıcı Aldaçı'nın ta kendisiydi. Aldaçı,
ozanın düşüncelerini okumuş gibi:
_ Korkmayasın Ozan Yolbars. Yüce
Tanrı'nın emrine karşı gelinmez bilirsin. Vaktin erişti artık.
Gök diyarına göçme zamanın geldi. Etten bedenine üflenen ölümlü
ruhunu götürmeye geldim, dedi.
İhtiyar ozan hiçbir şey
söyleyemedi. İtaat etmekten başka ne yapılabilirdi? Ölüm vakti
gelmişti. Ölümden kaçılamazdı: “Peki...” dedi. “Tanrı'mın
biçtiği ömür bu kadarmış demek” diye geçirdi içinden.
Dev cüsseli Aldaçı, ozanın
üzerine eğildi. Kocaman elini uzatarak ozana doğru bir hamle
yaptı. Sonra birden, aklına bir şey gelmiş gibi durdu, düşündü.
Ürkütücü, soğuk sesiyle konuşmaya başladı:
_ Ey ozan! Bilirsin ki ozanların
son dilekleri geri çevrilmez. Senin de ölmeden önce son bir
dileğin var mıdır? Söyle bana. Ben de gerçekleştireyim...
İhtiyar ozan, o anda ne
dileyebilirdi ki? Ömrünü yollarda, obadan obaya, diyardan diyara
konup göçerek geçirmişti. Daha on beş yaşındayken kendi
obasından, baba evinden ayrılmıştı. Şimdi, yıllar sonra
düşününce; ne kadar çok pişmanlığı, ne kadar çok yapmak
isteyip yapamadığı şey olduğu aklına geliyordu. Ne yazık ki
zamanı dolmuştu. Şimdi tek bir dilek hakkı vardı. Sıkıldı,
bunaldı. Kafası, zihni allak bullak olmuştu.
Gözüne birden, köşeye bıraktığı
kopuzu ilişti. O anda aklına bir fikir geldi. Yattığı yerden
doğruldu. Kopuzunu aldı, kılıfından çıkardı. Önünde
kapkara, dev cüssesiyle bekleyen korkunç Aldaçı'ya göstererek:
_ Bu benim kopuzum, can yoldaşım.
Ömrümce yanımda taşıdığım tek varlığım odur. Tek dostum
odur. Bana ata yadigarıdır. Bak, yoldaşımın üç teli var.
Telleri, en güzel kısrakların kuyruğundandır. Teknesi kayından,
sapı ceviz ağacındandır. Bu güzel kopuzumun ve ozanlığımın
aşkına, üç tane dilek dilemek isterim.
Aldaçı önce itiraz eder gibi
oldu. Ozan hemen araya girerek ısrar etti:
_ Kopuzumun üç teli hatırına üç
dilek... Var kabul et... Yalnızca üç dilek... Yalvarırım kabul
et şu ihtiyar ozanın son arzusunu... İhtiyar Ozan Yolbars, daha
nice yalvardı, yakardı. Aldaçı'ya diller döktü. Aldaçı
sinirli sinirli soludu. Uzun uzun düşündü. Sonunda, hırıltılı
bir sesle cevap verdi:
_ Peki ihtiyar ozan, peki...
Gök-Tanrı, ozanları pek çok sever. Onları pek çok gözetir.
Ozanlığının, ak sakalının ve kopuzunun hatırına üç dilek
dilemene izin veriyorum. Kopuzunun her teli için bir tek dilek...
Ozan Yolbars buna çok sevindi.
Ağlamaklı bir sesle Aldaçı'ya teşekkür etti. Aldaçı, onun
sözünü keserek araya girdi:
_ Ozan Yolbars!.. Yalnızca bir
günün var. Yarın şafak sökene kadar üç dileğini de dilemiş
ol. Yoksa ozanlığının da hatırına bakmam görevimi yerine
getiririm!.. Beni sakın oyalama...
_ Peki Aldaçı, kabul ediyorum...
Ozan Yolbars bunu söylediği an Aldaçı gözden kayboldu.
Dışarıda şafak sökmek üzereydi.
Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. İhtiyar Ozan Yolbars'ın ertesi
sabaha kadar vakti vardı. Kopuzuna baktı. Onu okşadı, sevdi.
İçten içe bu eski dostuna teşekkür etti.
* * * * *
Cılız güneş,
bulutların arkasından ışıklarını yollamaya başlamıştı.
Şimdi tepelerden bir karış yukarı yükselebilmişti. Sabah
vaktinin serinliği devam ediyordu. Ozan Yolbars ise dakikalardır
çadırında çocukluğunu, gençliğini, bütün geçmiş hayatını
düşünüyordu: Kendi yurdunu, topraklarını, anasını, babasını,
kardeşini... Hatta gençliğinde gördüğü güzel bozkır
kızlarını. İlk ve tek aşkını...
Ozan artık ihtiyarlamış,
uzun saçları tel tel dökülmüş, sakalı bembeyaz olmuştu. Ömrü
boyunca çok yer gezmiş, çok insan tanımıştı. Görmediği
diyar, duymadığı dil, içmediği su kalmamıştı. Çin
sınırlarındaki Burkancı şehirlere gitmiş, günbatısında ta
Hazar Denizi'ne dek seyahat etmişti. Uzun ömrü boyunca, bunca
seyahatlerin arasında bazı şeyleri ihmal etmişti tabi. Hiç
evlenememiş, bir yere konup yurt tutmamıştı. Çocuk yaşta
ayrıldığı ata topraklarına o zamandan sonra hiç dönmemişti.
Oraları özlemiş miydi? Hayal meyal hatırlıyordu artık öz yurdu
olan Yılkı Taylar Ülkesi'ni. Boz Dağ'ı, Kırman Irmağı'nı,
uçsuz bucaksız çam ormanlarını... Anası babası yıllar önce
ölmüş olmalıydı. Ya kardeşi? Ozan yurdundan ayrılırken
kardeşi daha kundakta bebekti.
Ozan, içini çekerek
nice zaman düşündü. Sonra birden kararını verdi. Kopuzunu eline
aldı. Onun ceviz ağacından parlak sapını okşadı. Birkaç kez
tıngırdattı. Evet, kararını vermişti: İlk dileği, öz
yurdunu, ata diyarını son bir kez ziyaret etmekti. Başını
kaldırdı, Tanrı'ya seslendi:
_ Yüce Tanrı'm, sen
bana yardım et...
Sonra beklemeden kopuzun
en kalın teli olan en üst teline bastı: “Taannn...” Kopuzun
sesi giderek yükseldi, yükseldi. Ozan gözlerini kapattı. Çadırda
yankılanan tek kalın telin sesini dinledi. Tel titredi, titredi. En
sonunda sustu.
Kopuzu susunca Ozan da
gözlerini açtı. Şaşkınlıktan donakaldı. Şimdi çadırında
değildi. Yemyeşil, geniş bir ovadaydı. Dört bir yanda, tepeleri
bembeyaz dağlar yükseliyordu. Ozan anlamıştı. Evet, burası öz
yurdu Yılkı Taylar Ülkesi'ydi.
Ozan ne yapacağını
şaşırmış bir halde etrafa bakakaldı. Sevinçliydi. Tanrı'ya
şükretti. Can yoldaşı kopuzu hala elindeydi. Onu kaldırdı,
öptü. Şaşkınlığı biraz geçince gözleriyle etrafı
araştırmaya başladı. Şimdi kendi obasını bulmalıydı.
Anasını, babasını bulmalıydı. Ölmüşlerse bile mezarlarını
ziyaret etmeliydi. Uzakta beyaz çadırlar gördü. Sayıları azdı.
Olsa olsa yirmi otuz kadardı. Hatırladığına göre kendi obası
çok daha geniş ve kalabalıktı. Kopuzunu kılıfına yerleştirdi.
Yerinden kalktı ve bu çadırlara kadar yürüdü.
Ufak obaya yaklaşınca
karşısına orta yaşlı bir adam çıktı. Kır saçlı, esmer
tenli bu adam atları tımarlıyordu. Ozan Yolbars adamın yanına
yaklaştı, selam verdi:
_ Merhaba kardeş. Tanrı
kolaylık versin. Adam, işinden başını kaldırarak ozana baktı,
gülümsedi:
_ Selam olsun kardeş.
Sağolasın. Ozan Yolbars adama kendini tanıttı. Bu adam, ozana pek
de yabancı görünmemişti. Bu esmer yüz sanki babasını
hatırlatmıştı ona. Adama adını sordu. Esmer adam:
_ Adım Balaban, dedi.
Ozan, bu sefer de babasının kim olduğunu sordu. Adam: Babamın adı
Duran'dır. Yıllar önce cennete uçtu. Tanrı bağışlasın. Ozan
Yolbars, bu sefer de anasının adını sordu. Adam: Anamın adı
Süğlün'dür. O da babam gibi cennete uçtu. Tanrı bağışlasın.
Ozan şimdi hem şaşırmış
hem sevinmişti. İşte, karşısında duran bu adam kardeşiydi.
Kardeşi Balaban'a ağabeyi olduğunu söyledi. Balaban önce
inanamadı. Şaşkınlığı üzerinden atınca, ikisi de sevinçle
kucaklaştılar. Mutluluktan gözyaşı döktüler.
Balaban, ağabeyini
çadırına buyur etmek istedi. Ozan Yolbars'ın o zaman yüzü
asıldı. Kardeşine bütün olan biteni anlattı: Aldaçı'yı,
öleceğini, üç dilek hakkını... Deminki mutlulukları şimdi
hüzne dönüşmüştü. Ozan kendini hemen toparladı. Kardeşine,
kendisini anasının ve babasının mezarlarına götürmesini
istedi. Birlikte konuşa konuşa mezarlığa gittiler.
Mezarlık, alçak bir
tepenin yamacındaydı. Balaban, ağabeyine yanyana iki taş
parçasını göstererek: “İşte anamız ve babamız burada
yatıyor” dedi. Ozan Yolbars ve kardeşi mezarların dibine
çömeldiler, dua ettiler. Tanrı'ya yakardılar, gözyaşı
döktüler. Ozan, içinden ana ve babasına seslendi: “Güzel
anam... Bilge babam... Sizi yaşarken ziyaret edemedim, dünya
gözüyle göremedim. Beni affedin... Tanrı ulu ruhlarınızı
korusun. Cennetindeki yerine kabul etsin” dedi. Koluyla, usul usul
akan gözyaşlarını sildi.
Ozan, duası bitince
kardeşine döndü. Ona sevgiyle ve özlemle baktı. Kardeşine kendi
hayatını, yaşadıklarını anlattı. Geçirdiği son geceyi ve şu
andaki durumunu anlattı. Zamanının dar olduğunu söyledi:
_ Daha işlerim bitmedi.
Bu dünyadan göçmeden önce iki arzum daha var, dedi. Kardeşini
kucakladı, öptü. Tanrı'dan, kardeşine uzun ömür diledi.
Vedalaştılar. Ozan: “Tanrı yardımcın olsun kardeşim” dedi.
Balaban: “Tanrı yanında olsun ağabey... Hoşçakal...” dedi.
İkisinin de gözleri dolu dolu olmuştu. Ozan Yolbars, kendini
tutarak ağlamadı.
Ozan, kardeşinin
yanından ayrıldı. Balaban, o gözden kaybolana dek arkasından
bakmış, el sallamıştı. Ozan, yürüye yürüye mezarlıktan bir
hayli uzaklaştı. Sonunda yoruldu, bir kayanın dibine çömeldi.
Düşünmeye başladı. Sırtına asılı kopuzunu aldı, kılıfından
çıkardı. Koltuğunun altına yerleştirdi. Derin bir nefes aldı.
Gözlerini kapattı. Kopuzun orta teline sertçe bastı. Telden:
“Tıınnn...” diye bir ses çıktı. Ses yükseldi, yükseldi.
Boşlukta dolana dolana iyice kısıldı. En sonunda sustu.
* * * * *
Ozan Yolbars, içinden
ona kadar sayıp gözlerini açtı. Şimdi karşısında sarp bir dağ
yükseliyordu. Dağ, kılıç gibi sivri kayalar ve karanlık
uçurumlarla doluydu. Etrafta ne yeşil bir ağaç ne sesi soluğu
çıkan bir hayvan vardı.
Ozan içinden, ilk
atalarının kemiklerinin bulunduğu kutsal mağaralara gitmeyi
dilemişti. Daha çocukken, dedesinin ona anlattığı bu “Ata
Mağaraları”nda atalarının ruhuna saygısını sunmak istiyordu.
İşte şimdi o kutsal mağaraların bulunduğu Ata-Dağı
karşısındaydı. Beklemeden, bu sarp dağa tırmanmaya başladı.
Ozan tırmandıkça, dağ
daha da dikleşiyordu. İrili ufaklı taşlar ayaklarının altından
çangır çungur kayıyor, dipsiz uçurumlara yuvarlanıyordu.
İhtiyar Ozan, düşmemek için etraftaki kaya parçalarına
tutunuyordu. Dağ o kadar dikti ki zar zor ilerleyebiliyor, hatta
zaman zaman emeklemek mecburiyetinde kalıyordu. Yorulmaya
başlamıştı. Alnından ter damlaları akıyordu. O anda serin bir
rüzgar Ozan'ın yüzünü yalayıp geçti. Rüzgarı hissedince içi
bir garip oldu, ürperdi. Sanki binlerce yıllık yaşlı ruhlar, bu
kadim kayaların çevresinde dolaşıyordu.
Biraz daha çıkacak olsa
dayanamazdı. Ellerinde, ayaklarında derman kalmamıştı.
Yorgunlukla başını kaldırdı. Tepesinde üç tane mağara girişi
görünce sevindi. Sonunda varabilmişti. Bu mağara girişlerinin
ikisi küçük, ortalarındaki de büyüktü. Ortadaki büyük
girişin etrafındaki kayalara renkli bez parçaları bağlanmıştı.
Bu bezler, mağaralara gelen şamanların dilek çaputlarıydı. Çok
düşünmeden bu büyük girişin önünde durdu. İçeriye baktı.
Mağaranın içi karanlık ve nemliydi. Sanki karanlığın içinden:
“Huuu... Huuu...” diyerek ata ruhları onu çağırıyordu.
Ozan'ın içi yeniden garip bir ürpertiyle doldu. Sonra kendini
topladı. Mağaradan içeri girdi.
Mağaranın nemli
duvarlarından ve tavanından sular damlıyordu. Her yeri yosun
bağlamıştı. Ozan Yolbars, duvarlarda yer yer eski yazılar da
gördü. Yazıların etrafına resimler çizilmişti: Av tasvirleri,
çadır şekilleri, dağlar, ağaçlar, geyikler, kurtlar,
kartallar...
Ozan, mağaranın
derinliğine girdikçe etrafını görmekte zorlanıyordu. İhtiyar
gözlerinin karanlığa alışması için biraz bekledi. Gözlerini
kısarak ileriye baktı. Tam karşısında, adam boyunda bir balbal
gördü. Bunun arkasında, irili ufaklı birkaç tane daha balbal
vardı. Bunların etrafında da yakılmış kemikler, hayvan
derileri, renkli çaput parçaları vardı. Ozan, karanlıkta daha
fazla ilerleyemeyeceğine karar kılınca, önündeki en büyük
balbalın yanına diz çöktü. Kopuzunu kenara koydu. Avuçlarını
göğe kaldırarak Tanrı'ya yakarmaya başladı:
_ Ey yüce Tanrı'm!..
Biliyorum fazla vaktim kalmadı. Ömrüm boyunca, yoldaşım
kopuzumla diyar diyar dolaştım durdum. İyiye yakın oldum, kötüden
uzak durdum. Anamın, babamın adlarına yakışır bir oğul olmaya
çalıştım. Günahım olmuşsa affeyle. Beni Tanrı Yurdu'na kabul
eyle. Anamın, babamın yanında huzur içinde olayım. Beni kızıl
tamunun kor ateşlerinde yakma. Bu dağlarda, bu mağaralarda gezinen
kutsal ata ruhlarının aşkına yakarışlarımı işit, dualarımı
kabul et...” dedi. Duasını bitirdikten sonra avuçlarını yüzüne
sürdü.
İhtiyar Ozan, diz
çöktüğü yerden kalktı. Kenara bıraktığı kopuzunu aldı.
Babasının ona öğrettiği çok eski bir türküyü, atalarının
kutsal ruhlarına yolladı:
Kamçı vurmadan koşan
yılkı tayım
Ne güzel sıçrayan bir
kısrak idi
Nice nice gülüp eğlenmek
için
Ötüken ne güzel bir
yaylak idi
Eyer gibi yumuşak
toprağıyla
Orhun Koyağı ne güzel
yurt idi
Kızları oğlanları
hepsi birden
Gözü kara yürekli bir
kurt idi
Yüce Tanrı ölülere
erinç ver
Bu acun kalımsız acun
idi
Uçmağ olsun yiğitlerin
yatağı
Yiğitlere ölüm oyun idi
Türküsü bitince Ozan
garip bir şekilde titredi. Mağaranın duvarlarında sanki alkışlar
yankılanıyordu. Atalarının kadim ruhları onu duymuş, takdir
etmiş gibi hissetti, sevindi. O zaman aklına üçüncü ve son
dileği geldi. Yerinden kalktı. Kopuzu kılıfına koydu. Kılıfı
omzuna astı. Ataların ruhlarına saygısızlık olmasın diye
onlara sırtını dönmedi. Mağaranın girişine kadar geri geri
yürüdü.
Mağara girişine
gelince, güneşin batıya doğru eğildiğini gördü. Son dileği
için geç kalmamalıydı. Kopuzunu sırtından indirdi. Onu sımsıkı
kavradı. Yoldaşına uzun uzun baktı. İçinden, gençken bir kez
görüp aşık olduğu kızın yanına gitmeyi diledi. Kopuzunun en
alt teline hızlıca bastı. Telden ince, tiz bir “tiinnn...”
sesi çıktı. Bu ses, mağaranın içinde ve dağın yamaçlarında
yankılandı. Yankı kayalara çarptı, yükseldi, yükseldi... Ozan
Yolbars, bu sesleri dinleye dinleye gözlerini yumdu.
* * * * *
İhtiyar Ozan gözlerini
açtığında karşısında ucu bucağı görünmeyen, masmavi bir su
gördü. Evet, tanımıştı. İşte burası gençken, daha yirmili
yaşlarındayken gelip gördüğü Issık-Göl'dü. Yıllar önce
sevdiği ama birleşemediği güzel kızın diyarındaydı şimdi.
İhtiyar Ozan heyecanlandı. Kalbi, aynı gençliğinde olduğu gibi
hızlı hızlı atmaya başladı.
Ozan Yolbars, Issık-Göl'e
yirmibeş yaşındayken gelmişti. Günlerce yayan yol teptikten
sonra, gölün kıyısına konmuş bir obaya Tanrı misafiri olmuştu.
Obanın beyi Akgürbüz Bey'di. Bey, genç ozanı çok sevmiş, onun
kopuzuyla çaldığı türküleri zevkle dinlemişti.
Genç Ozan Yolbars, bu
obaya misafir olduğunun ikinci haftasında, beyin dünyalar güzeli
kızı Alaceren'le karşılaşmıştı. Ozan, daha ilk görüşte bu
kıza vurulmuştu. Kız da ilk görüşte aynı duyguları ona
beslemişti. Ozan bunu, kızın gözlerinden anlayıvermişti.
Günlerce bakışlarıyla anlaşmışlar, tek kelime etmeden
yürekleriyle konuşmuşlardı.
Günlerden bir gün
Akgürbüz Bey obada büyük bir eğlence düzenletmişti. Çamçaklar
dolusu kımız içilmiş, tepsiler dolusu et yenmişti. Ozan da o
gün ve bütün gece, en güzel türkülerini yakmıştı beyin
şerefine. Bey, kımızları içtikçe sarhoş olmuş, yüzü
kıpkırmızı kesilmişti. Adeta içtikçe kendinden geçmişti.
Şarkıların, türkülerin ve kımızların coşkusuyla başka
alemlerde dolaşmaya başlamıştı. Belindeki altın kakmalı
kılıcını sağ kolu Karakurt'a hediye etmişti. Sırtındaki
kaftanını da yanında oturan komşu obanın beyi Tekebay Bey'e
vermişti. Akgürbüz Bey, içtikçe daha da cömertleşiyordu. Genç
ozan da yanık türküleriyle bozkırı inletiyordu:
Kavak ağacının dibinden
Kanatlanan kara kartal
Yavukluma da selam götür
Sevdiğim bir güzel maral
Kayın ağacının
dibinden
Sıçrayıp uçan kara
kartal
Evime benden selam götür
Sevdiğim yurdum güzel
Aral
* * *
Altın sandık içinde
Ay desenli ipek var
Düşünceli göğsümde
Bir güzel sevdiğim var
Gümüş sandık içinde
Güneş desenli ipek var
Benim ıssız göğsümde
Sakladığım aşkım var
Akgürbüz Bey, sonunda
aşka gelerek ayağa fırlamıştı:
_ Ey ozan!.. Canım
ozan!.. Öyle güzel çaldın, öyle içli söyledin ki dile benden
ne dilersen!.. Genç ozanın bunu duyunca yüzü kızarmıştı.
Beyin övgüsü hoşuna gitmişti. Başıyla saygılı bir şekilde
selam verdi. Bey ise ısrar ediyordu: “İlle de benden bir şey
dileyeceksin!..” diyordu. Ozan kızarıp bozarmaya devam etti.
Dilinin ucuna gelen şeyi söyleyip söylememek arasında kalmıştı.
Sonunda kendini toplayarak cesaretle konuştu:
_ Ak beyim, cömert
beyim!.. Beni obana buyur ettin. Yedirdin, içirdin. Sazımı, sözümü
dinledin. Tanrı seni ve yiğitlerini korusun. Senden tek bir dileğim
olabilir ancak... Ama nasıl derim bilmem... Bey, bu sözleri duyunca
sesini daha da yükseltmişti:
_ Ey genç ozan!..
Canımın içi ozan!.. De bakalım arzun nedir... Çekinme benden...
Beyi duyan herkes susmuş,
pürdikkat ozanı dinliyordu şimdi. Orada bulunan herkes, genç
ozanın dileğini merak etmişti. Ozanın ise yanakları kızarmış,
dili damağına yapışmış, konuşamıyordu. Sonunda cesaretini
toplayıp deyivermişti:
_ Beyim... Ben bir garip
ozanım... Yine de bir yüreğim var... Tanrı bağışlasın, senin
bir güzel kızın var... Onu gördüm, beğendim... Anladım ki o da
beni beğendi... Gönlümüz karşılıklı sevişti... Ben, bir
garip ozan derim ki; senin dünyalar güzeli kızın Alaceren'le
evlenmek isterim...
Bu sözleri duyan herkes
çok şaşırmıştı. Ortalığı büyük bir sessizlik kaplamıştı.
Şimdi herkes, Akgürbüz Bey'in vereceği cevabı bekliyordu. Tabi
genç ozanın sözlerini duyan bey, bundan memnun olmamıştı. Bu
genç ozan kendisinden atını istese, kılıç istese, eyer, ok, yay
istese verirdi. Keçe otağ istese verirdi. Samur kürk istese,
kalpak istese, gümüş işlemeli kemerini istese verirdi. Fakat,
isteğinin kızı Alaceren olduğunu duyunca morali bozulmuştu.
Dünyalar güzeli kızını, ancak kendine denk bir beyin oğluna
vermeyi kabul edebilirdi. Gözbebeği Alaceren'ini diyardan diyara
gezen, yersiz yurtsuz bir ozana nasıl verirdi? Yüreği de aklı da
bunu kabul etmemişti. Uzun sakalını memnuniyetsizlikle sıvazlamış,
yamacında oturan sağ kolu Karakurt'un kulağına bir şeyler
fısıldamıştı. Karakurt da kalkmış, sıkıntılı bir ifadeyle
ozana yaklaşmış, beyinin sözlerini ona iletmişti. Bu sözleri
işiten genç ozanın yüzü bembeyaz olmuştu. Saçlarının
diplerine kadar bütün vücudu cayır cayır yanmıştı. Beyin
cevabı karşısında elleri ayakları titremiş, gözleri
yaşarmıştı. Hiçbir şey demeden yerinden kalkmış, kendini
şaşkın şaşkın izleyen kalabalığa aldırmadan, pılını
pırtını toplayıp gitmek için davranmıştı. Zaten ceketinden,
kalpağından ve kopuzundan başka da bir şeyi yoktu şu dünyada. O
giderken, beyin sağ kolu Karakurt ardından yetişmişti:
_ Ey ozan! Dur... Bekle
hele... Beyim aslında seni çok sevmiş. Lakin kızını daha önce
başka bir beyin oğluna nişanlamıştı -tabi bu yalandı; bunu
ozan bile anlamıştı- Sana bu geyik derisi ceketle, bu keseyi
yolladı, diyerek eline bir altın kesesi tutuşturmaya çalışmıştı.
Ozan ise hediyeleri kabul edemeyeceğini söylemişti. Sesinin
titremesini gizlemeye çalışarak devam etmişti:
_ Beyin çok iyi
adamdır... Suç benim... Kendimi bilmezlik ettim... Haddimi,
sınırımı aştım... Ne olur affetsin... Yüce Tanrı onu
korusun... Sen de kal sağlıcakla... demiş, arkasını dönüp
oradan uzaklaşmıştı.
İşte, Ozan Yolbars'ın
ilk ve son aşk macerası da böyleydi. Aradan kırk yılı aşkın
zaman geçmişti ama Ozan, bu olanları hiç unutamamıştı. Bu
yüzden yıllarca gönlü yaralı gezmiş, her gördüğü güzeli
Alaceren'e benzetmişti.
Yıllar sonra yine
Issık-Göl kıyısındaydı. Gölün etrafında ak çadırlardan bir
şehir kurulmuştu. Ozan anılarından sıyrıldı. Oturduğu yerden
kalktı, kopuzunu sırtına astı. Yürüye yürüye çadırların
olduğu yere geldi. İlk rastladığı kişi genç bir askerdi. Bu
esmer, yakışıklı askere, Akgürbüz Bey'in kızı Alaceren
Hatun'u tanıyıp tanımadığını sordu. Asker:
_ Alaceren Hatun'u bilmem
mi hiç... Kocası Saltuk Bey ölünce baba ocağına geri döndü.
Şimdi, şu büyük ak çadırda oturuyor, diyerek süslü, güzel
çadırı işaret etti. Ozan Yolbars düşündü: “Demek Alaceren
evlenmiş. Buna yıl diyardan diyara dolaşan deli bir ozanı
bekleyecek hali yoktu ya!..” Sonra askere dönerek sordu:
_ Peki, hatunun hiç
çocuğu oldu mu?
_ Oldu elbet. Üç tane
oğlu var hatunumuzun. En büyük oğlu Budak Bey, şimdi oymağımızın
beyidir.
Ozan Yolbars bunları
duyunca sevindi. İçinden: “Ne mutlu!.. En azından o evlat
sevgisini tatmış... Üç tane oğul yetiştirmiş. Yalnız
kalmamış” diye geçirdi. Yüzüne buruk bir gülücük oturdu.
Ozan, askere teşekkür
ederek Alaceren'in çadırına yöneldi. Onunla karşılaşıp
karşılaşmamak konusunda kararsızdı. Böylece çadırın dibine
kadar geldi. Kapıda kılıçlı, zırhlı bir nöbetçi vardı.
Nöbetçi onu durdurunca kendini tanıttı:
_ Ben Ozan Yolbars.
Alaceren Hatun'un çok eski bir dostuyum. Hatuna, “Ozan Yolbars
seni görmeye gelmiş” dersen o beni tanır, dedi. Bir yandan da:
“Ya beni hatırlamazsa... Ya beni tanımazsa...” diye içinden
geçirerek korkuya kapılmıştı.
Çadıra giren nöbetçi
hemen çıkıvermişti. Ozana kapıyı saygıyla açtı:
_ Buyur Ozan Yolbars.
Hanımım içeride seni bekliyor, dedi.
Ozan, bir anlık
tereddütten sonra kapıdan içeri girdi. Karşısında, minderine
oturmuş ak saçlı, elleri kınalı, renkli yazmalı bir ihtiyar
kadın vardı. Bu Alaceren miydi? Kendisi gibi o da epey değişmişti:
Saçları apak olmuş, beli kamburlaşmış, yüzü kırışmıştı.
Yalnız, gözlerindeki o çocuksu buğu, o ürkek ifade hiç
kaybolmamıştı. Alaceren'i ıslak ıslak bakan ceylan gözlerinden
tanıyıvermişti. Ozan, ürkek ve mahçup bir ifadeyle:
_ Merhaba, dedi. Ben Ozan
Yolbars. Hatırladın mı beni?
_ Merhaba Yolbars...
Hatırladım tabi... Hiç unutmadım ki seni...
Alaceren, konuğuna yer
gösterdi. İkisi de yanyana minderlere oturdular. Susuyorlardı.
Ozan Yolbars, konuşmak istiyor ama söyleyecek bir söz bulamıyordu.
Utanıp sıkıldı: “Bunca yıldan sonra ne demeye geldim sanki...”
diyerek kendine kızdı. Sonra can yoldaşı kopuzunu gösterdi:
_ Can yoldaşım kopuzum.
Yıllardır derdimin tek dermanı. Yolumun tek yoldaşı... Ozan
bunları dedikten sonra sustu. Alaceren, ona şaşkınlıkla
bakıyordu. Küskün, kırgın bir sesle sordu:
_ Bunca yıl sonra niçin
geldin Yolbars?
_ Ben... Ben... Seni
görmeye... Ozan Yolbars devamını getiremedi. Sonra, her şeyi
açıkça söylemeye karar verdi:
_ Ben, öleceğim...
Ölüyorum... Bu şafağa kadar vaktim kaldı... Aldaçı bana mühlet
verdi... Öleceğim sonra... Bu yüzden, son bir kez seni görmeye
geldim Alaceren... Kelimeler Ozan Yolbars'ın ağzından zar zor
çıkıyordu. Heyecanlanmış, içi bulanmıştı.
Alaceren ise şaşırmış,
inanamamıştı duyduklarına. Ozan'ın yüzüne şaşkın şaşkın
baktı. Ozan ise gayet ciddiydi. Buna rağmen inanamadı; inanmak
istemedi. Biraz düşününce işin ciddiyetini kavrayabildi. O zaman
içini büyük bir hüzün kapladı, ağlamaya başladı. Boğazı
düğümlenmişti sanki. Ağzından belli belirsiz: “Üzüldüm...
Çok üzüldüm... Yolbars...” kelimeleri çıkabildi. Karşısında
kanlı canlı duran Yolbars'a ölmüş muamelesi yapmaya gönlü
elvermedi. Hem de bunca yıl sonra karşılaşmışken.
Alaceren ağladı,
ağladı. Ozan ise onun karşısında metin durmaya çalışıyordu.
İhtiyar kadın biraz sakinleşince adamakıllı konuşmaya
başladılar. İki ihtiyar sevdalı, bütün gece dizdize sohbet
ettiler. Ozan Yolbars, gezdiği gördüğü yerleri, yaşadığı
maceraları anlattı. Alaceren de evlendiği kocası Saltuk Bey'den,
kocasının obasındaki yaşamlarından, üç tane oğlundan bahsetti
uzun uzun. İkisi de kavuşamadıklarından, bunca yıllık
ayrılıklarından, yarım kalan aşklarından hiç bahsetmedi. İkisi
de sadece güzel hatıralardan söz etti o gece.
İhtiyar aşıklar,
konuşa konuşa sabahı ettiklerini fark etmemişlerdi. Şafağın
kapıya dayandığını hisseden Yolbars titredi. Alaceren'in
gözlerinin içine hüzünle bakarak: “Vakit geldi...” dedi. O
zaman Alaceren'in gözleri yeniden yaşlarla doldu. Yine ağlamaya
başladı. Bu sefer Yolbars'ın da gözleri dolu dolu olmuştu.
Kendini tuttu, ağlamadı. Alaceren bir yandan ağlıyor, bir yandan
da konuşmaya çalışıyordu:
_ Bir yolu olmalı... Bir
yolu vardır elbet... Vardır Yolbars... Fakat başka yol, başka
seçenek yoktu. Ölüm kaçınılmazdı. Ozan Yolbars, ölümünü
daha fazla geciktiremezdi. Buna hiç kimsenin gücü yetmezdi.
Ozan Yolbars ayağa
kalktı. Yerdeki kopuzunu aldı. Alaceren de ayağa kalktı. İhtiyar
kadın hala ağlıyordu. Ozan, Alaceren'e kopuzunu uzattı:
_ Alaceren, kopuzum sana
emanet. Oğulların kopuz çalmasını bilmez, onlar bey olmuşlar.
Ancak at biner, kılıç kuşanırlar... Bir gün torunlarından biri
bozkırın, rüzgarın, dağların, suların sesine kulak verir de
kopuzumu anlarsa, anlayabilir de sevebilirse, kopuzumu ona verirsin.
Böylece ben öldükten sonra ruhumu şad edersiniz...
Ozan Yolbars, ağlamamak
için kendini zor tutuyordu. Elini Alaceren'e uzattı. Alaceren ise
kollarını açarak Yolbars'a sarıldı. Yolbars da titreyen
kollarıyla ihtiyar kadının beline sarıldı. Şimdi ikisi de
hüngür hüngür ağlıyordu.
Bir zaman sonra Ozan
silkinerek kendine geldi. Yüzünü gözünü sildi. Kendini
toparladı. Alaceren'e son kez baktı:
_ Kendine iyi bak
Alaceren. Tanrı sana ve oğullarına uzun ömür versin... Hoşçakal,
dedi. Hiç beklemeden, hızla çadırdan dışarı fırladı.
Alaceren ise olduğu yerden kıpırdayamadı, öylece çakılı
kaldı. Nice zaman sonra ayakta öylece durduğunu fark edip
minderine çöktü. Ozan'ın emanet ettiği kopuz hala elindeydi. Onu
seviyormuş gibi kopuzu sevdi, okşadı. Kopuzu öptü, başına
koydu. Gözyaşları kopuzun tellerini, sapını, kayın ağacından
teknesini ıslattı.
Ozan Yolbars, çadırdan
çıktığı gibi hızla koşmaya başlamıştı. Koşa koşa obadan
epey uzaklaştı. İhtiyar bacakları en sonunda yorulunca durdu.
Nefes nefese kalmıştı. Koluyla alnındaki terleri sildi. Arkasına,
gün doğumuna baktı. Şafak, kızıl bir alev gibi yükseliyordu
Issık-Göl'ün sularından. Bunu görünce nefesi durur gibi oldu.
Galiba, öleceği için ilk defa korkmuştu. İlk defa içi cız
etti.
Ozan Yolbars, daha fazla
uzaklaşmak istemedi. Zaten dermanı da kalmamıştı. Olduğu yere
çöküverdi. Şimdi tek yapması gereken ölümü, Aldaçı'yı
beklemekti. O nasıl olsa gelir onu bulurdu. “Ya bulamazsa?” diye
geçirdi içinden. Bu komik düşünceye ister istemez kendi de
güldü. Galiba korkusu geçmişti, ölüm fikrine alışmıştı.
Ozan Yolbars bunları
düşünüp oyalanırken, Aldaçı tepesinde beliriverdi. Ozan, sanki
hiç korkmamış, telaşlanmamış, şaşırmamış gibi sakindi.
Yüzünde, gözlerinde ne korku ne de üzüntü vardı. Aldaçı'yı
görünce sessizce ayağa kalktı. Saygıyla Tanrı'nın bu elçisini
selamladı:
_ Selam olsun Aldaçı...
Haydi gidelim... Aldaçı durdu, ihtiyar ozanın gözlerinin içine
baktı. Ölüm Elçisi, Ozan'ın onu ilk gördüğü andaki kadar
korkunç değildi sanki. Yine devasa cüssesiyle, kocaman elleriyle,
kapkara cüppesiyle ürkütücüydü. Lakin Ozan, onu artık korkunç
bulmuyordu. Hatta Tanrı Yurdu'na göçeceği için sevinmeye bile
başlamıştı.
_ Neyi bekliyoruz Aldaçı?
Bak, şafak söktü... Vakit tamam... Ozan, bunları söylerken ister
istemez sesi titremişti. Aldaçı kalın sesiyle konuştu:
_ Korkma Ozan... Artık
huzura kavuşacaksın... Korkma, kısa bir yolumuz var...
_ Korkmuyorum Aldaçı...
Ben yolculuklara alışkınım...
* * * * *
Ozan Yolbars'ın
kopuzunun telleri, asırlar boyunca hiç susmadı. Nice göçler,
savaşlar, kayıplar ardından elden ele miras olarak geçti. Yıllar
yılı, bu kopuzun nerede, kimlerin elinde olduğunu kimse bilemedi.
Buna rağmen bütün bozkır halkı, onun tellerinin hala
tıngırdadığına inanıyordu.
Kopuzun sesini duymak
isteyenler, bu bozkırdaki rüzgarların sesini dinlemelidir. En
kalın telin sesini duymak için, gök gürültüsünü duymak
yeterlidir. Orta teli duymak için, dağlardan yuvarlanan büyük
kayaların gümbürtüsüne kulak vermelidir. En ince teli işitmek
için ise, ırmakların çağıltısına kulak kabartmak gereklidir.
Kim bilir, yüreğinizle dinlerseniz, belki Ozan Yolbars'ın yaktığı
türküleri bile duyabilirsiniz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder