VBB

15 Nisan 2014 Salı

yoldaşım kopuz

ressam: İbrahim Balaban

-öykü-


   Güneş nice zamandır bozkıra küsmüştü. Gökyüzüne kapkara bulutlar hakimdi. Dağların tepelerine sis oturmuş, kalkmıyordu. Güz mevsimi, yağmurlarıyla bol bol suluyordu bu diyarları. Obalar da yaklaşan kış için alçak ovalara yerleşmiş, çadırlarını kurmuştu. Yeldiren Ovası, yüzlerce ak çadırın oluşturduğu bir keçe ormanı halini almıştı.

   Yeldiren Ovası'nın en hakim yerinde yurtlanan Akbürküt Obası'nın beyi, ak çadırında ozanları, kamları ağırlamaktan zevk duyardı. Tanrı misafirlerine her türlü saygı ve ikramda kusur etmez; hepsinin gönlünü hoş tutardı. Bu yüzden beye “Elibol Bey” lakabı verilmişti.

   İhtiyar Ozan Yolbars, bu cömert beyin obasına yerleşmişti. İki haftadır burada yiyip içiyor, kopuzuyla türküler söylüyor, bey ve adamlarıyla hoş vakit geçiriyordu. Bey, ozana ak bir çadır vermiş, hizmetine de bir genci görevlendirmişti. Ozan Yolbars, bey gibi yaşıyordu doğrusu. Halinden memnun olmasına memnundu ya; içinde yine de bir sıkıntı vardı. Gece gündüz yüreğini kemiren kurtlar vardı sanki.

   Elibol Bey, yine sabahlara kadar süren bir eğlence tertiplemişti. Irmak gibi kımız akmış, dağ gibi koyun, sığır eti yığılmıştı. Yemekten içmekten herkesin karnı şaman davuluna dönmüştü. Ancak gün ışımaya yüz tutunca eğlenceyi bitirebilmişlerdi. Gençler yine iyi dayanıyordu da ihtiyar ozan artık bu derece içmeye gelemiyordu. Beyden kibarca izin isteyip çadırına çekildi. Başı dönüyordu. Ekşi kımız onu iyiden iyiye çarpmıştı. Elindeki kopuzunu bir kenara bıraktı. Soyunup yatağına uzandı. Tam yorgun gözlerini kapatmıştı ki çadırın köşesinde bir ses duyarak irkildi. Dirseklerinin üzerinde doğruldu. Gözünü çadırın karanlığına alıştırmaya çalıştı. Karanlıkta görmeye çabalarken köşeden kalın bir ses ona seslendi:

   _ Korkma ihtiyar ozan. Ben Gök-Tanrı'nın elçisi Aldaçı'yım.

   Ozan bunu duyunca iyiden iyiye korktu, titredi. Bir anda her tarafını soğuk terler kapladı. Acaba birisi ona şaka mı ediyordu? Şakaysa, bu ne münasebetsiz bir şakaydı! İhtiyar ozan, korku içinde uykulu gözlerini ovuşturdu. Titreyen sesiyle çadırın karanlıkta kalan köşesine doğru seslendi:

   _ Bana şaka mı edersin? Her kimsen yakınıma gel... Gel de seni bir iyice göreyim...

   Köşeden bir karaltı hareket etti. Ozanın yattığı yere doğru yaklaştı. Yaklaştıkça da boyu uzadı, uzadı. Şimdi, çadırın tepesinden fırlayacak kadar uzun, kocaman bir karaltı ozanın tam önünde duruyordu. Yüzü görünmüyordu ama gözlerinin akı seçilebiliyordu. Bu göz aklarının tam ortalarında da sapsarı gözbebekleri vardı.

   Ozan, kendisine şaka yapılmadığını anlamıştı. Bu, Can Alıcı Aldaçı'nın ta kendisiydi. Aldaçı, ozanın düşüncelerini okumuş gibi:

   _ Korkmayasın Ozan Yolbars. Yüce Tanrı'nın emrine karşı gelinmez bilirsin. Vaktin erişti artık. Gök diyarına göçme zamanın geldi. Etten bedenine üflenen ölümlü ruhunu götürmeye geldim, dedi.

   İhtiyar ozan hiçbir şey söyleyemedi. İtaat etmekten başka ne yapılabilirdi? Ölüm vakti gelmişti. Ölümden kaçılamazdı: “Peki...” dedi. “Tanrı'mın biçtiği ömür bu kadarmış demek” diye geçirdi içinden.

   Dev cüsseli Aldaçı, ozanın üzerine eğildi. Kocaman elini uzatarak ozana doğru bir hamle yaptı. Sonra birden, aklına bir şey gelmiş gibi durdu, düşündü. Ürkütücü, soğuk sesiyle konuşmaya başladı:

   _ Ey ozan! Bilirsin ki ozanların son dilekleri geri çevrilmez. Senin de ölmeden önce son bir dileğin var mıdır? Söyle bana. Ben de gerçekleştireyim...

   İhtiyar ozan, o anda ne dileyebilirdi ki? Ömrünü yollarda, obadan obaya, diyardan diyara konup göçerek geçirmişti. Daha on beş yaşındayken kendi obasından, baba evinden ayrılmıştı. Şimdi, yıllar sonra düşününce; ne kadar çok pişmanlığı, ne kadar çok yapmak isteyip yapamadığı şey olduğu aklına geliyordu. Ne yazık ki zamanı dolmuştu. Şimdi tek bir dilek hakkı vardı. Sıkıldı, bunaldı. Kafası, zihni allak bullak olmuştu.

   Gözüne birden, köşeye bıraktığı kopuzu ilişti. O anda aklına bir fikir geldi. Yattığı yerden doğruldu. Kopuzunu aldı, kılıfından çıkardı. Önünde kapkara, dev cüssesiyle bekleyen korkunç Aldaçı'ya göstererek:

   _ Bu benim kopuzum, can yoldaşım. Ömrümce yanımda taşıdığım tek varlığım odur. Tek dostum odur. Bana ata yadigarıdır. Bak, yoldaşımın üç teli var. Telleri, en güzel kısrakların kuyruğundandır. Teknesi kayından, sapı ceviz ağacındandır. Bu güzel kopuzumun ve ozanlığımın aşkına, üç tane dilek dilemek isterim.
Aldaçı önce itiraz eder gibi oldu. Ozan hemen araya girerek ısrar etti:

   _ Kopuzumun üç teli hatırına üç dilek... Var kabul et... Yalnızca üç dilek... Yalvarırım kabul et şu ihtiyar ozanın son arzusunu... İhtiyar Ozan Yolbars, daha nice yalvardı, yakardı. Aldaçı'ya diller döktü. Aldaçı sinirli sinirli soludu. Uzun uzun düşündü. Sonunda, hırıltılı bir sesle cevap verdi:

   _ Peki ihtiyar ozan, peki... Gök-Tanrı, ozanları pek çok sever. Onları pek çok gözetir. Ozanlığının, ak sakalının ve kopuzunun hatırına üç dilek dilemene izin veriyorum. Kopuzunun her teli için bir tek dilek...

   Ozan Yolbars buna çok sevindi. Ağlamaklı bir sesle Aldaçı'ya teşekkür etti. Aldaçı, onun sözünü keserek araya girdi:

   _ Ozan Yolbars!.. Yalnızca bir günün var. Yarın şafak sökene kadar üç dileğini de dilemiş ol. Yoksa ozanlığının da hatırına bakmam görevimi yerine getiririm!.. Beni sakın oyalama...
   _ Peki Aldaçı, kabul ediyorum... Ozan Yolbars bunu söylediği an Aldaçı gözden kayboldu.

   Dışarıda şafak sökmek üzereydi. Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu. İhtiyar Ozan Yolbars'ın ertesi sabaha kadar vakti vardı. Kopuzuna baktı. Onu okşadı, sevdi. İçten içe bu eski dostuna teşekkür etti.

* * * * *

   Cılız güneş, bulutların arkasından ışıklarını yollamaya başlamıştı. Şimdi tepelerden bir karış yukarı yükselebilmişti. Sabah vaktinin serinliği devam ediyordu. Ozan Yolbars ise dakikalardır çadırında çocukluğunu, gençliğini, bütün geçmiş hayatını düşünüyordu: Kendi yurdunu, topraklarını, anasını, babasını, kardeşini... Hatta gençliğinde gördüğü güzel bozkır kızlarını. İlk ve tek aşkını...

   Ozan artık ihtiyarlamış, uzun saçları tel tel dökülmüş, sakalı bembeyaz olmuştu. Ömrü boyunca çok yer gezmiş, çok insan tanımıştı. Görmediği diyar, duymadığı dil, içmediği su kalmamıştı. Çin sınırlarındaki Burkancı şehirlere gitmiş, günbatısında ta Hazar Denizi'ne dek seyahat etmişti. Uzun ömrü boyunca, bunca seyahatlerin arasında bazı şeyleri ihmal etmişti tabi. Hiç evlenememiş, bir yere konup yurt tutmamıştı. Çocuk yaşta ayrıldığı ata topraklarına o zamandan sonra hiç dönmemişti. Oraları özlemiş miydi? Hayal meyal hatırlıyordu artık öz yurdu olan Yılkı Taylar Ülkesi'ni. Boz Dağ'ı, Kırman Irmağı'nı, uçsuz bucaksız çam ormanlarını... Anası babası yıllar önce ölmüş olmalıydı. Ya kardeşi? Ozan yurdundan ayrılırken kardeşi daha kundakta bebekti.

   Ozan, içini çekerek nice zaman düşündü. Sonra birden kararını verdi. Kopuzunu eline aldı. Onun ceviz ağacından parlak sapını okşadı. Birkaç kez tıngırdattı. Evet, kararını vermişti: İlk dileği, öz yurdunu, ata diyarını son bir kez ziyaret etmekti. Başını kaldırdı, Tanrı'ya seslendi:

   _ Yüce Tanrı'm, sen bana yardım et...

   Sonra beklemeden kopuzun en kalın teli olan en üst teline bastı: “Taannn...” Kopuzun sesi giderek yükseldi, yükseldi. Ozan gözlerini kapattı. Çadırda yankılanan tek kalın telin sesini dinledi. Tel titredi, titredi. En sonunda sustu.

   Kopuzu susunca Ozan da gözlerini açtı. Şaşkınlıktan donakaldı. Şimdi çadırında değildi. Yemyeşil, geniş bir ovadaydı. Dört bir yanda, tepeleri bembeyaz dağlar yükseliyordu. Ozan anlamıştı. Evet, burası öz yurdu Yılkı Taylar Ülkesi'ydi.

   Ozan ne yapacağını şaşırmış bir halde etrafa bakakaldı. Sevinçliydi. Tanrı'ya şükretti. Can yoldaşı kopuzu hala elindeydi. Onu kaldırdı, öptü. Şaşkınlığı biraz geçince gözleriyle etrafı araştırmaya başladı. Şimdi kendi obasını bulmalıydı. Anasını, babasını bulmalıydı. Ölmüşlerse bile mezarlarını ziyaret etmeliydi. Uzakta beyaz çadırlar gördü. Sayıları azdı. Olsa olsa yirmi otuz kadardı. Hatırladığına göre kendi obası çok daha geniş ve kalabalıktı. Kopuzunu kılıfına yerleştirdi. Yerinden kalktı ve bu çadırlara kadar yürüdü.

   Ufak obaya yaklaşınca karşısına orta yaşlı bir adam çıktı. Kır saçlı, esmer tenli bu adam atları tımarlıyordu. Ozan Yolbars adamın yanına yaklaştı, selam verdi:

   _ Merhaba kardeş. Tanrı kolaylık versin. Adam, işinden başını kaldırarak ozana baktı, gülümsedi:
   _ Selam olsun kardeş. Sağolasın. Ozan Yolbars adama kendini tanıttı. Bu adam, ozana pek de yabancı görünmemişti. Bu esmer yüz sanki babasını hatırlatmıştı ona. Adama adını sordu. Esmer adam:

   _ Adım Balaban, dedi. Ozan, bu sefer de babasının kim olduğunu sordu. Adam: Babamın adı Duran'dır. Yıllar önce cennete uçtu. Tanrı bağışlasın. Ozan Yolbars, bu sefer de anasının adını sordu. Adam: Anamın adı Süğlün'dür. O da babam gibi cennete uçtu. Tanrı bağışlasın.

   Ozan şimdi hem şaşırmış hem sevinmişti. İşte, karşısında duran bu adam kardeşiydi. Kardeşi Balaban'a ağabeyi olduğunu söyledi. Balaban önce inanamadı. Şaşkınlığı üzerinden atınca, ikisi de sevinçle kucaklaştılar. Mutluluktan gözyaşı döktüler.

   Balaban, ağabeyini çadırına buyur etmek istedi. Ozan Yolbars'ın o zaman yüzü asıldı. Kardeşine bütün olan biteni anlattı: Aldaçı'yı, öleceğini, üç dilek hakkını... Deminki mutlulukları şimdi hüzne dönüşmüştü. Ozan kendini hemen toparladı. Kardeşine, kendisini anasının ve babasının mezarlarına götürmesini istedi. Birlikte konuşa konuşa mezarlığa gittiler.

   Mezarlık, alçak bir tepenin yamacındaydı. Balaban, ağabeyine yanyana iki taş parçasını göstererek: “İşte anamız ve babamız burada yatıyor” dedi. Ozan Yolbars ve kardeşi mezarların dibine çömeldiler, dua ettiler. Tanrı'ya yakardılar, gözyaşı döktüler. Ozan, içinden ana ve babasına seslendi: “Güzel anam... Bilge babam... Sizi yaşarken ziyaret edemedim, dünya gözüyle göremedim. Beni affedin... Tanrı ulu ruhlarınızı korusun. Cennetindeki yerine kabul etsin” dedi. Koluyla, usul usul akan gözyaşlarını sildi.

   Ozan, duası bitince kardeşine döndü. Ona sevgiyle ve özlemle baktı. Kardeşine kendi hayatını, yaşadıklarını anlattı. Geçirdiği son geceyi ve şu andaki durumunu anlattı. Zamanının dar olduğunu söyledi:

   _ Daha işlerim bitmedi. Bu dünyadan göçmeden önce iki arzum daha var, dedi. Kardeşini kucakladı, öptü. Tanrı'dan, kardeşine uzun ömür diledi. Vedalaştılar. Ozan: “Tanrı yardımcın olsun kardeşim” dedi. Balaban: “Tanrı yanında olsun ağabey... Hoşçakal...” dedi. İkisinin de gözleri dolu dolu olmuştu. Ozan Yolbars, kendini tutarak ağlamadı.

   Ozan, kardeşinin yanından ayrıldı. Balaban, o gözden kaybolana dek arkasından bakmış, el sallamıştı. Ozan, yürüye yürüye mezarlıktan bir hayli uzaklaştı. Sonunda yoruldu, bir kayanın dibine çömeldi. Düşünmeye başladı. Sırtına asılı kopuzunu aldı, kılıfından çıkardı. Koltuğunun altına yerleştirdi. Derin bir nefes aldı. Gözlerini kapattı. Kopuzun orta teline sertçe bastı. Telden: “Tıınnn...” diye bir ses çıktı. Ses yükseldi, yükseldi. Boşlukta dolana dolana iyice kısıldı. En sonunda sustu.

* * * * *

   Ozan Yolbars, içinden ona kadar sayıp gözlerini açtı. Şimdi karşısında sarp bir dağ yükseliyordu. Dağ, kılıç gibi sivri kayalar ve karanlık uçurumlarla doluydu. Etrafta ne yeşil bir ağaç ne sesi soluğu çıkan bir hayvan vardı.

   Ozan içinden, ilk atalarının kemiklerinin bulunduğu kutsal mağaralara gitmeyi dilemişti. Daha çocukken, dedesinin ona anlattığı bu “Ata Mağaraları”nda atalarının ruhuna saygısını sunmak istiyordu. İşte şimdi o kutsal mağaraların bulunduğu Ata-Dağı karşısındaydı. Beklemeden, bu sarp dağa tırmanmaya başladı.

   Ozan tırmandıkça, dağ daha da dikleşiyordu. İrili ufaklı taşlar ayaklarının altından çangır çungur kayıyor, dipsiz uçurumlara yuvarlanıyordu. İhtiyar Ozan, düşmemek için etraftaki kaya parçalarına tutunuyordu. Dağ o kadar dikti ki zar zor ilerleyebiliyor, hatta zaman zaman emeklemek mecburiyetinde kalıyordu. Yorulmaya başlamıştı. Alnından ter damlaları akıyordu. O anda serin bir rüzgar Ozan'ın yüzünü yalayıp geçti. Rüzgarı hissedince içi bir garip oldu, ürperdi. Sanki binlerce yıllık yaşlı ruhlar, bu kadim kayaların çevresinde dolaşıyordu.

   Biraz daha çıkacak olsa dayanamazdı. Ellerinde, ayaklarında derman kalmamıştı. Yorgunlukla başını kaldırdı. Tepesinde üç tane mağara girişi görünce sevindi. Sonunda varabilmişti. Bu mağara girişlerinin ikisi küçük, ortalarındaki de büyüktü. Ortadaki büyük girişin etrafındaki kayalara renkli bez parçaları bağlanmıştı. Bu bezler, mağaralara gelen şamanların dilek çaputlarıydı. Çok düşünmeden bu büyük girişin önünde durdu. İçeriye baktı. Mağaranın içi karanlık ve nemliydi. Sanki karanlığın içinden: “Huuu... Huuu...” diyerek ata ruhları onu çağırıyordu. Ozan'ın içi yeniden garip bir ürpertiyle doldu. Sonra kendini topladı. Mağaradan içeri girdi.

   Mağaranın nemli duvarlarından ve tavanından sular damlıyordu. Her yeri yosun bağlamıştı. Ozan Yolbars, duvarlarda yer yer eski yazılar da gördü. Yazıların etrafına resimler çizilmişti: Av tasvirleri, çadır şekilleri, dağlar, ağaçlar, geyikler, kurtlar, kartallar...

   Ozan, mağaranın derinliğine girdikçe etrafını görmekte zorlanıyordu. İhtiyar gözlerinin karanlığa alışması için biraz bekledi. Gözlerini kısarak ileriye baktı. Tam karşısında, adam boyunda bir balbal gördü. Bunun arkasında, irili ufaklı birkaç tane daha balbal vardı. Bunların etrafında da yakılmış kemikler, hayvan derileri, renkli çaput parçaları vardı. Ozan, karanlıkta daha fazla ilerleyemeyeceğine karar kılınca, önündeki en büyük balbalın yanına diz çöktü. Kopuzunu kenara koydu. Avuçlarını göğe kaldırarak Tanrı'ya yakarmaya başladı:

   _ Ey yüce Tanrı'm!.. Biliyorum fazla vaktim kalmadı. Ömrüm boyunca, yoldaşım kopuzumla diyar diyar dolaştım durdum. İyiye yakın oldum, kötüden uzak durdum. Anamın, babamın adlarına yakışır bir oğul olmaya çalıştım. Günahım olmuşsa affeyle. Beni Tanrı Yurdu'na kabul eyle. Anamın, babamın yanında huzur içinde olayım. Beni kızıl tamunun kor ateşlerinde yakma. Bu dağlarda, bu mağaralarda gezinen kutsal ata ruhlarının aşkına yakarışlarımı işit, dualarımı kabul et...” dedi. Duasını bitirdikten sonra avuçlarını yüzüne sürdü.

   İhtiyar Ozan, diz çöktüğü yerden kalktı. Kenara bıraktığı kopuzunu aldı. Babasının ona öğrettiği çok eski bir türküyü, atalarının kutsal ruhlarına yolladı:

Kamçı vurmadan koşan yılkı tayım
Ne güzel sıçrayan bir kısrak idi
Nice nice gülüp eğlenmek için
Ötüken ne güzel bir yaylak idi

Eyer gibi yumuşak toprağıyla
Orhun Koyağı ne güzel yurt idi
Kızları oğlanları hepsi birden
Gözü kara yürekli bir kurt idi

Yüce Tanrı ölülere erinç ver
Bu acun kalımsız acun idi
Uçmağ olsun yiğitlerin yatağı
Yiğitlere ölüm oyun idi

   Türküsü bitince Ozan garip bir şekilde titredi. Mağaranın duvarlarında sanki alkışlar yankılanıyordu. Atalarının kadim ruhları onu duymuş, takdir etmiş gibi hissetti, sevindi. O zaman aklına üçüncü ve son dileği geldi. Yerinden kalktı. Kopuzu kılıfına koydu. Kılıfı omzuna astı. Ataların ruhlarına saygısızlık olmasın diye onlara sırtını dönmedi. Mağaranın girişine kadar geri geri yürüdü.

   Mağara girişine gelince, güneşin batıya doğru eğildiğini gördü. Son dileği için geç kalmamalıydı. Kopuzunu sırtından indirdi. Onu sımsıkı kavradı. Yoldaşına uzun uzun baktı. İçinden, gençken bir kez görüp aşık olduğu kızın yanına gitmeyi diledi. Kopuzunun en alt teline hızlıca bastı. Telden ince, tiz bir “tiinnn...” sesi çıktı. Bu ses, mağaranın içinde ve dağın yamaçlarında yankılandı. Yankı kayalara çarptı, yükseldi, yükseldi... Ozan Yolbars, bu sesleri dinleye dinleye gözlerini yumdu.

* * * * *

   İhtiyar Ozan gözlerini açtığında karşısında ucu bucağı görünmeyen, masmavi bir su gördü. Evet, tanımıştı. İşte burası gençken, daha yirmili yaşlarındayken gelip gördüğü Issık-Göl'dü. Yıllar önce sevdiği ama birleşemediği güzel kızın diyarındaydı şimdi. İhtiyar Ozan heyecanlandı. Kalbi, aynı gençliğinde olduğu gibi hızlı hızlı atmaya başladı.

   Ozan Yolbars, Issık-Göl'e yirmibeş yaşındayken gelmişti. Günlerce yayan yol teptikten sonra, gölün kıyısına konmuş bir obaya Tanrı misafiri olmuştu. Obanın beyi Akgürbüz Bey'di. Bey, genç ozanı çok sevmiş, onun kopuzuyla çaldığı türküleri zevkle dinlemişti.

   Genç Ozan Yolbars, bu obaya misafir olduğunun ikinci haftasında, beyin dünyalar güzeli kızı Alaceren'le karşılaşmıştı. Ozan, daha ilk görüşte bu kıza vurulmuştu. Kız da ilk görüşte aynı duyguları ona beslemişti. Ozan bunu, kızın gözlerinden anlayıvermişti. Günlerce bakışlarıyla anlaşmışlar, tek kelime etmeden yürekleriyle konuşmuşlardı.

   Günlerden bir gün Akgürbüz Bey obada büyük bir eğlence düzenletmişti. Çamçaklar dolusu kımız içilmiş, tepsiler dolusu et yenmişti. Ozan da o gün ve bütün gece, en güzel türkülerini yakmıştı beyin şerefine. Bey, kımızları içtikçe sarhoş olmuş, yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Adeta içtikçe kendinden geçmişti. Şarkıların, türkülerin ve kımızların coşkusuyla başka alemlerde dolaşmaya başlamıştı. Belindeki altın kakmalı kılıcını sağ kolu Karakurt'a hediye etmişti. Sırtındaki kaftanını da yanında oturan komşu obanın beyi Tekebay Bey'e vermişti. Akgürbüz Bey, içtikçe daha da cömertleşiyordu. Genç ozan da yanık türküleriyle bozkırı inletiyordu:

Kavak ağacının dibinden
Kanatlanan kara kartal
Yavukluma da selam götür
Sevdiğim bir güzel maral

Kayın ağacının dibinden
Sıçrayıp uçan kara kartal
Evime benden selam götür
Sevdiğim yurdum güzel Aral
* * *
Altın sandık içinde
Ay desenli ipek var
Düşünceli göğsümde
Bir güzel sevdiğim var

Gümüş sandık içinde
Güneş desenli ipek var
Benim ıssız göğsümde
Sakladığım aşkım var

   Akgürbüz Bey, sonunda aşka gelerek ayağa fırlamıştı:

   _ Ey ozan!.. Canım ozan!.. Öyle güzel çaldın, öyle içli söyledin ki dile benden ne dilersen!.. Genç ozanın bunu duyunca yüzü kızarmıştı. Beyin övgüsü hoşuna gitmişti. Başıyla saygılı bir şekilde selam verdi. Bey ise ısrar ediyordu: “İlle de benden bir şey dileyeceksin!..” diyordu. Ozan kızarıp bozarmaya devam etti. Dilinin ucuna gelen şeyi söyleyip söylememek arasında kalmıştı. Sonunda kendini toplayarak cesaretle konuştu:

   _ Ak beyim, cömert beyim!.. Beni obana buyur ettin. Yedirdin, içirdin. Sazımı, sözümü dinledin. Tanrı seni ve yiğitlerini korusun. Senden tek bir dileğim olabilir ancak... Ama nasıl derim bilmem... Bey, bu sözleri duyunca sesini daha da yükseltmişti:

   _ Ey genç ozan!.. Canımın içi ozan!.. De bakalım arzun nedir... Çekinme benden...

   Beyi duyan herkes susmuş, pürdikkat ozanı dinliyordu şimdi. Orada bulunan herkes, genç ozanın dileğini merak etmişti. Ozanın ise yanakları kızarmış, dili damağına yapışmış, konuşamıyordu. Sonunda cesaretini toplayıp deyivermişti:

   _ Beyim... Ben bir garip ozanım... Yine de bir yüreğim var... Tanrı bağışlasın, senin bir güzel kızın var... Onu gördüm, beğendim... Anladım ki o da beni beğendi... Gönlümüz karşılıklı sevişti... Ben, bir garip ozan derim ki; senin dünyalar güzeli kızın Alaceren'le evlenmek isterim...

   Bu sözleri duyan herkes çok şaşırmıştı. Ortalığı büyük bir sessizlik kaplamıştı. Şimdi herkes, Akgürbüz Bey'in vereceği cevabı bekliyordu. Tabi genç ozanın sözlerini duyan bey, bundan memnun olmamıştı. Bu genç ozan kendisinden atını istese, kılıç istese, eyer, ok, yay istese verirdi. Keçe otağ istese verirdi. Samur kürk istese, kalpak istese, gümüş işlemeli kemerini istese verirdi. Fakat, isteğinin kızı Alaceren olduğunu duyunca morali bozulmuştu. Dünyalar güzeli kızını, ancak kendine denk bir beyin oğluna vermeyi kabul edebilirdi. Gözbebeği Alaceren'ini diyardan diyara gezen, yersiz yurtsuz bir ozana nasıl verirdi? Yüreği de aklı da bunu kabul etmemişti. Uzun sakalını memnuniyetsizlikle sıvazlamış, yamacında oturan sağ kolu Karakurt'un kulağına bir şeyler fısıldamıştı. Karakurt da kalkmış, sıkıntılı bir ifadeyle ozana yaklaşmış, beyinin sözlerini ona iletmişti. Bu sözleri işiten genç ozanın yüzü bembeyaz olmuştu. Saçlarının diplerine kadar bütün vücudu cayır cayır yanmıştı. Beyin cevabı karşısında elleri ayakları titremiş, gözleri yaşarmıştı. Hiçbir şey demeden yerinden kalkmış, kendini şaşkın şaşkın izleyen kalabalığa aldırmadan, pılını pırtını toplayıp gitmek için davranmıştı. Zaten ceketinden, kalpağından ve kopuzundan başka da bir şeyi yoktu şu dünyada. O giderken, beyin sağ kolu Karakurt ardından yetişmişti:

   _ Ey ozan! Dur... Bekle hele... Beyim aslında seni çok sevmiş. Lakin kızını daha önce başka bir beyin oğluna nişanlamıştı -tabi bu yalandı; bunu ozan bile anlamıştı- Sana bu geyik derisi ceketle, bu keseyi yolladı, diyerek eline bir altın kesesi tutuşturmaya çalışmıştı. Ozan ise hediyeleri kabul edemeyeceğini söylemişti. Sesinin titremesini gizlemeye çalışarak devam etmişti:

   _ Beyin çok iyi adamdır... Suç benim... Kendimi bilmezlik ettim... Haddimi, sınırımı aştım... Ne olur affetsin... Yüce Tanrı onu korusun... Sen de kal sağlıcakla... demiş, arkasını dönüp oradan uzaklaşmıştı.

   İşte, Ozan Yolbars'ın ilk ve son aşk macerası da böyleydi. Aradan kırk yılı aşkın zaman geçmişti ama Ozan, bu olanları hiç unutamamıştı. Bu yüzden yıllarca gönlü yaralı gezmiş, her gördüğü güzeli Alaceren'e benzetmişti.

   Yıllar sonra yine Issık-Göl kıyısındaydı. Gölün etrafında ak çadırlardan bir şehir kurulmuştu. Ozan anılarından sıyrıldı. Oturduğu yerden kalktı, kopuzunu sırtına astı. Yürüye yürüye çadırların olduğu yere geldi. İlk rastladığı kişi genç bir askerdi. Bu esmer, yakışıklı askere, Akgürbüz Bey'in kızı Alaceren Hatun'u tanıyıp tanımadığını sordu. Asker:

   _ Alaceren Hatun'u bilmem mi hiç... Kocası Saltuk Bey ölünce baba ocağına geri döndü. Şimdi, şu büyük ak çadırda oturuyor, diyerek süslü, güzel çadırı işaret etti. Ozan Yolbars düşündü: “Demek Alaceren evlenmiş. Buna yıl diyardan diyara dolaşan deli bir ozanı bekleyecek hali yoktu ya!..” Sonra askere dönerek sordu:

   _ Peki, hatunun hiç çocuğu oldu mu?
   _ Oldu elbet. Üç tane oğlu var hatunumuzun. En büyük oğlu Budak Bey, şimdi oymağımızın beyidir.

   Ozan Yolbars bunları duyunca sevindi. İçinden: “Ne mutlu!.. En azından o evlat sevgisini tatmış... Üç tane oğul yetiştirmiş. Yalnız kalmamış” diye geçirdi. Yüzüne buruk bir gülücük oturdu.

   Ozan, askere teşekkür ederek Alaceren'in çadırına yöneldi. Onunla karşılaşıp karşılaşmamak konusunda kararsızdı. Böylece çadırın dibine kadar geldi. Kapıda kılıçlı, zırhlı bir nöbetçi vardı. Nöbetçi onu durdurunca kendini tanıttı:

   _ Ben Ozan Yolbars. Alaceren Hatun'un çok eski bir dostuyum. Hatuna, “Ozan Yolbars seni görmeye gelmiş” dersen o beni tanır, dedi. Bir yandan da: “Ya beni hatırlamazsa... Ya beni tanımazsa...” diye içinden geçirerek korkuya kapılmıştı.

   Çadıra giren nöbetçi hemen çıkıvermişti. Ozana kapıyı saygıyla açtı:

   _ Buyur Ozan Yolbars. Hanımım içeride seni bekliyor, dedi.

   Ozan, bir anlık tereddütten sonra kapıdan içeri girdi. Karşısında, minderine oturmuş ak saçlı, elleri kınalı, renkli yazmalı bir ihtiyar kadın vardı. Bu Alaceren miydi? Kendisi gibi o da epey değişmişti: Saçları apak olmuş, beli kamburlaşmış, yüzü kırışmıştı. Yalnız, gözlerindeki o çocuksu buğu, o ürkek ifade hiç kaybolmamıştı. Alaceren'i ıslak ıslak bakan ceylan gözlerinden tanıyıvermişti. Ozan, ürkek ve mahçup bir ifadeyle:

   _ Merhaba, dedi. Ben Ozan Yolbars. Hatırladın mı beni?
   _ Merhaba Yolbars... Hatırladım tabi... Hiç unutmadım ki seni...

   Alaceren, konuğuna yer gösterdi. İkisi de yanyana minderlere oturdular. Susuyorlardı. Ozan Yolbars, konuşmak istiyor ama söyleyecek bir söz bulamıyordu. Utanıp sıkıldı: “Bunca yıldan sonra ne demeye geldim sanki...” diyerek kendine kızdı. Sonra can yoldaşı kopuzunu gösterdi:

   _ Can yoldaşım kopuzum. Yıllardır derdimin tek dermanı. Yolumun tek yoldaşı... Ozan bunları dedikten sonra sustu. Alaceren, ona şaşkınlıkla bakıyordu. Küskün, kırgın bir sesle sordu:

   _ Bunca yıl sonra niçin geldin Yolbars?
   _ Ben... Ben... Seni görmeye... Ozan Yolbars devamını getiremedi. Sonra, her şeyi açıkça söylemeye karar verdi:

   _ Ben, öleceğim... Ölüyorum... Bu şafağa kadar vaktim kaldı... Aldaçı bana mühlet verdi... Öleceğim sonra... Bu yüzden, son bir kez seni görmeye geldim Alaceren... Kelimeler Ozan Yolbars'ın ağzından zar zor çıkıyordu. Heyecanlanmış, içi bulanmıştı.

   Alaceren ise şaşırmış, inanamamıştı duyduklarına. Ozan'ın yüzüne şaşkın şaşkın baktı. Ozan ise gayet ciddiydi. Buna rağmen inanamadı; inanmak istemedi. Biraz düşününce işin ciddiyetini kavrayabildi. O zaman içini büyük bir hüzün kapladı, ağlamaya başladı. Boğazı düğümlenmişti sanki. Ağzından belli belirsiz: “Üzüldüm... Çok üzüldüm... Yolbars...” kelimeleri çıkabildi. Karşısında kanlı canlı duran Yolbars'a ölmüş muamelesi yapmaya gönlü elvermedi. Hem de bunca yıl sonra karşılaşmışken.

   Alaceren ağladı, ağladı. Ozan ise onun karşısında metin durmaya çalışıyordu. İhtiyar kadın biraz sakinleşince adamakıllı konuşmaya başladılar. İki ihtiyar sevdalı, bütün gece dizdize sohbet ettiler. Ozan Yolbars, gezdiği gördüğü yerleri, yaşadığı maceraları anlattı. Alaceren de evlendiği kocası Saltuk Bey'den, kocasının obasındaki yaşamlarından, üç tane oğlundan bahsetti uzun uzun. İkisi de kavuşamadıklarından, bunca yıllık ayrılıklarından, yarım kalan aşklarından hiç bahsetmedi. İkisi de sadece güzel hatıralardan söz etti o gece.

   İhtiyar aşıklar, konuşa konuşa sabahı ettiklerini fark etmemişlerdi. Şafağın kapıya dayandığını hisseden Yolbars titredi. Alaceren'in gözlerinin içine hüzünle bakarak: “Vakit geldi...” dedi. O zaman Alaceren'in gözleri yeniden yaşlarla doldu. Yine ağlamaya başladı. Bu sefer Yolbars'ın da gözleri dolu dolu olmuştu. Kendini tuttu, ağlamadı. Alaceren bir yandan ağlıyor, bir yandan da konuşmaya çalışıyordu:
   _ Bir yolu olmalı... Bir yolu vardır elbet... Vardır Yolbars... Fakat başka yol, başka seçenek yoktu. Ölüm kaçınılmazdı. Ozan Yolbars, ölümünü daha fazla geciktiremezdi. Buna hiç kimsenin gücü yetmezdi.

   Ozan Yolbars ayağa kalktı. Yerdeki kopuzunu aldı. Alaceren de ayağa kalktı. İhtiyar kadın hala ağlıyordu. Ozan, Alaceren'e kopuzunu uzattı:

   _ Alaceren, kopuzum sana emanet. Oğulların kopuz çalmasını bilmez, onlar bey olmuşlar. Ancak at biner, kılıç kuşanırlar... Bir gün torunlarından biri bozkırın, rüzgarın, dağların, suların sesine kulak verir de kopuzumu anlarsa, anlayabilir de sevebilirse, kopuzumu ona verirsin. Böylece ben öldükten sonra ruhumu şad edersiniz...

   Ozan Yolbars, ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Elini Alaceren'e uzattı. Alaceren ise kollarını açarak Yolbars'a sarıldı. Yolbars da titreyen kollarıyla ihtiyar kadının beline sarıldı. Şimdi ikisi de hüngür hüngür ağlıyordu.

   Bir zaman sonra Ozan silkinerek kendine geldi. Yüzünü gözünü sildi. Kendini toparladı. Alaceren'e son kez baktı:

   _ Kendine iyi bak Alaceren. Tanrı sana ve oğullarına uzun ömür versin... Hoşçakal, dedi. Hiç beklemeden, hızla çadırdan dışarı fırladı. Alaceren ise olduğu yerden kıpırdayamadı, öylece çakılı kaldı. Nice zaman sonra ayakta öylece durduğunu fark edip minderine çöktü. Ozan'ın emanet ettiği kopuz hala elindeydi. Onu seviyormuş gibi kopuzu sevdi, okşadı. Kopuzu öptü, başına koydu. Gözyaşları kopuzun tellerini, sapını, kayın ağacından teknesini ıslattı.

   Ozan Yolbars, çadırdan çıktığı gibi hızla koşmaya başlamıştı. Koşa koşa obadan epey uzaklaştı. İhtiyar bacakları en sonunda yorulunca durdu. Nefes nefese kalmıştı. Koluyla alnındaki terleri sildi. Arkasına, gün doğumuna baktı. Şafak, kızıl bir alev gibi yükseliyordu Issık-Göl'ün sularından. Bunu görünce nefesi durur gibi oldu. Galiba, öleceği için ilk defa korkmuştu. İlk defa içi cız etti.

   Ozan Yolbars, daha fazla uzaklaşmak istemedi. Zaten dermanı da kalmamıştı. Olduğu yere çöküverdi. Şimdi tek yapması gereken ölümü, Aldaçı'yı beklemekti. O nasıl olsa gelir onu bulurdu. “Ya bulamazsa?” diye geçirdi içinden. Bu komik düşünceye ister istemez kendi de güldü. Galiba korkusu geçmişti, ölüm fikrine alışmıştı.

   Ozan Yolbars bunları düşünüp oyalanırken, Aldaçı tepesinde beliriverdi. Ozan, sanki hiç korkmamış, telaşlanmamış, şaşırmamış gibi sakindi. Yüzünde, gözlerinde ne korku ne de üzüntü vardı. Aldaçı'yı görünce sessizce ayağa kalktı. Saygıyla Tanrı'nın bu elçisini selamladı:

   _ Selam olsun Aldaçı... Haydi gidelim... Aldaçı durdu, ihtiyar ozanın gözlerinin içine baktı. Ölüm Elçisi, Ozan'ın onu ilk gördüğü andaki kadar korkunç değildi sanki. Yine devasa cüssesiyle, kocaman elleriyle, kapkara cüppesiyle ürkütücüydü. Lakin Ozan, onu artık korkunç bulmuyordu. Hatta Tanrı Yurdu'na göçeceği için sevinmeye bile başlamıştı.

   _ Neyi bekliyoruz Aldaçı? Bak, şafak söktü... Vakit tamam... Ozan, bunları söylerken ister istemez sesi titremişti. Aldaçı kalın sesiyle konuştu:
   _ Korkma Ozan... Artık huzura kavuşacaksın... Korkma, kısa bir yolumuz var...
   _ Korkmuyorum Aldaçı... Ben yolculuklara alışkınım...

* * * * *

   Ozan Yolbars'ın kopuzunun telleri, asırlar boyunca hiç susmadı. Nice göçler, savaşlar, kayıplar ardından elden ele miras olarak geçti. Yıllar yılı, bu kopuzun nerede, kimlerin elinde olduğunu kimse bilemedi. Buna rağmen bütün bozkır halkı, onun tellerinin hala tıngırdadığına inanıyordu.

   Kopuzun sesini duymak isteyenler, bu bozkırdaki rüzgarların sesini dinlemelidir. En kalın telin sesini duymak için, gök gürültüsünü duymak yeterlidir. Orta teli duymak için, dağlardan yuvarlanan büyük kayaların gümbürtüsüne kulak vermelidir. En ince teli işitmek için ise, ırmakların çağıltısına kulak kabartmak gereklidir. Kim bilir, yüreğinizle dinlerseniz, belki Ozan Yolbars'ın yaktığı türküleri bile duyabilirsiniz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder