Yazmak; size verilmeyen dünyayı,
kağıt üstünde baştan yaratmaktır. Ben, daima yazmayı okumaktan
daha çok sevmişimdir. Ömer Seyfettin diyor ki:
“Okumanın şehvetini benim
kadar duyan yoktur sanırım. (...) Fakat yazmak? İşte bu güçtür.
Ben yazarken çok ıstırap çekerim. Sinirlerim bozulur, sağ ayağım
buz kesilir, ağzım kurur. Okurken neşelenirim. Hafif bir hararet
her tarafımı kaplar.”
Büyük
yazar, belli ki okurken bambaşka alemlere dalıyordu. Bence,
başkalarının yazdıklarını okumak – ne kadar usta bir yazar
olursa olsun – o kişinin dünyasında yaşamaktır. Bu dünyada
kuralları o kişi koyar. Varlığı ve yokluğu, başlangıcı ve
bitişi o belirler. Bu dünyada Tanrı adeta odur. Lakin yazarken,
yarattığım dünyanın Tanrısı da kulu da insanı da benimdir.
Orada yalnız benim kurallarım geçer. Orada, hep benim dediklerim
doğru ve geçerlidir. Kahraman da benimdir, anlatan da... İşte,
belki de bu yüzden yazmayı daha çok seviyorum.
Belki
de yazmak, bir tür ahkam kesmektir. Okurken, ne de olsa yazarın
çizdiği yoldan ayrılamayız. Daima yeni şeyleri kafamıza sokmaya
ve anlamaya çabalarız. Yazarken ise tam tersidir: Öğretmenizdir,
hatibizdir, şairizdir... Kendi inşa ettiğimiz binanın içinde,
rahatça oturur anlatırız. Böylece kendimizi daha rahatlamış
hissederiz.
Sait
Faik: “Yazmasaydım çıldıracaktım” diyor ya... Belki de
içimizde birikenleri boşaltmazsak, gerçekten çıldırırız.
Dedikodu dinleyen ya da bir sırra kulak misafiri olan birisi, bunu
başkalarına anlatma isteği duymaz mı? İşte okudukça,
belleğimize doluşan bu yeni harfleri, kelimeleri, cümleleri ve en
sonunda dünyaları; bir şekilde başkalarına aktarmalıyız...
Aktarmazsak, haddinden fazla şişen bir balon gibi patlayıveririz...
Sebebi
ne olursa olsun, ben yazmayı okumaktan daha çok seviyorum. Şunu da
biliyorum ki, okumadan yazabilme kabiliyetine erişebilmek de mümkün
değil...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder