VBB

5 Şubat 2014 Çarşamba

mürekkep imparatorluk



   Yazmak; size verilmeyen dünyayı, kağıt üstünde baştan yaratmaktır. Ben, daima yazmayı okumaktan daha çok sevmişimdir. Ömer Seyfettin diyor ki:
   “Okumanın şehvetini benim kadar duyan yoktur sanırım. (...) Fakat yazmak? İşte bu güçtür. Ben yazarken çok ıstırap çekerim. Sinirlerim bozulur, sağ ayağım buz kesilir, ağzım kurur. Okurken neşelenirim. Hafif bir hararet her tarafımı kaplar.”

   Büyük yazar, belli ki okurken bambaşka alemlere dalıyordu. Bence, başkalarının yazdıklarını okumak – ne kadar usta bir yazar olursa olsun – o kişinin dünyasında yaşamaktır. Bu dünyada kuralları o kişi koyar. Varlığı ve yokluğu, başlangıcı ve bitişi o belirler. Bu dünyada Tanrı adeta odur. Lakin yazarken, yarattığım dünyanın Tanrısı da kulu da insanı da benimdir. Orada yalnız benim kurallarım geçer. Orada, hep benim dediklerim doğru ve geçerlidir. Kahraman da benimdir, anlatan da... İşte, belki de bu yüzden yazmayı daha çok seviyorum.

   Belki de yazmak, bir tür ahkam kesmektir. Okurken, ne de olsa yazarın çizdiği yoldan ayrılamayız. Daima yeni şeyleri kafamıza sokmaya ve anlamaya çabalarız. Yazarken ise tam tersidir: Öğretmenizdir, hatibizdir, şairizdir... Kendi inşa ettiğimiz binanın içinde, rahatça oturur anlatırız. Böylece kendimizi daha rahatlamış hissederiz.

   Sait Faik: “Yazmasaydım çıldıracaktım” diyor ya... Belki de içimizde birikenleri boşaltmazsak, gerçekten çıldırırız. Dedikodu dinleyen ya da bir sırra kulak misafiri olan birisi, bunu başkalarına anlatma isteği duymaz mı? İşte okudukça, belleğimize doluşan bu yeni harfleri, kelimeleri, cümleleri ve en sonunda dünyaları; bir şekilde başkalarına aktarmalıyız... Aktarmazsak, haddinden fazla şişen bir balon gibi patlayıveririz...

   Sebebi ne olursa olsun, ben yazmayı okumaktan daha çok seviyorum. Şunu da biliyorum ki, okumadan yazabilme kabiliyetine erişebilmek de mümkün değil...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder