VBB

7 Şubat 2014 Cuma

Tulpar Nasıl Doğdu?



- öykü -

   Zamanın bilinmeyen çağlarında, bilinmeyen bozkırların ötesinde bir kağan yaşardı. Bu kağanın adı Aktulga Kağan'dı. Gençti, yiğitti, güçlüydü... Boyuna ve dost boylara daima adaletle yaklaşırdı. Boyunun içinde tek bir fakir kalmamıştı. Halkına adaletle hükmetmiş; onlardan yardım elini esirgememişti. Bu yiğit kağan, düşmanlarına ise korku salmıştı. Kılıcının önünde kimse duramazdı. Tam beş evdeşi, on yedi çocuğu vardı. Soyu gündengüne artmış, çoğalmıştı. Artık ölse bile ardında bırakacağı eserleri vardı. Bu yüzden de hem mutlu hem gururluydu.

   Bu kağan, görenleri hayran bırakan atlara sahipti. Bu atların namı, engin bozkırın ötelerine kadar uzanmıştı. O kadar çok sayıda aygıra ve kısrağa sahipti ki sayısını o bile hatırlamıyordu. Tüm bu atlara ancak kırk seyis bakabiliyordu. Tüm seyislerin başında da Kalçabay adlı bir baş seyis vardı. Kalçabay, kağanın en sevdiği adamlarındandı. Onu daima kollar; adını sık sık anardı. Seyis Kalçabay da neredeyse yaşıt olduğu kağanına saygıda kusur etmez, tüm atlarına çocuğu gibi bakardı.

* * *

   Günlerden bir gün, göğün on altıncı katından dünyayı seyreden Ulu Bay-Ülgen'in gözüne bu şöhretli atlardan biri takıldı. Gökyüzünde, oturduğu altın tahtından şöyle bir doğruldu. Bu bembeyaz, sağlam yapılı, sağlam bacaklı, altın yeleli müthiş bir kısraktı. Bay-Ülgen, gözlerini bu güzel kısraktan alamıyordu. Adeta büyülenmişti. Bir an, insan kılığına bürünüp yeryüzüne inmeyi ve bu kısrağı almayı düşündü. Sonra, düşüncesinin kendisi gibi yüce bir toyuna yakışmadığına karar verdi. Hemen Gök-Tanrı'ya yakarmaya başladı:

   _ Yüce Gök-Tanrı! Göğü ve yeri zahmetsizce yaratan Ulu Tanrı! Varlığı ve yokluğu yaşayan başsız ve sonsuz Tanrı! Senden bir dileğim vardır. Beni duy, bana cevap ver!..

   Gök-Tanrı, Bay-Ülgen'in yakarışını duyunca, azametli ve yüceler yücesi sesiyle adeta gürledi:

   _ Ülgen! Göğün gökçe oğlu! Toyunların başbuğu!.. Ne istersin?
   _ Yüce Gök-Tanrı'm... Senden bir dileğim var. Yeryüzünde, yarattığın sonsuz, sınırsız güzellikteki varlıklara hayran kalmamak mümkün değil!.. Bu yüzden, yarattığın bir varlığa ben bile hayran kaldım. Ondan gözümü alamadım. Bu bir kısraktır. Bu güzel kısrağın benim olmasını dilerim. İznin var ise, bu ak kısrağı ulular katına çıkarayım, kendi bineğim yapayım...

   Gök-Tanrı, göksel ruhların başbuğu Bay-Ülgen'in dileğini kabul etti. Yalnız bir şartı vardı: Bay-Ülgen, insan kılığına bürünecek ve kısrağa sahip olabilmek için insanlar gibi çalışacaktı. Bay-Ülgen bunu hemen kabul etti. Gocunmayacağını, insanoğlu donuna bürünerek yere ineceğini ve orada rızkını kazanarak kısrağı satın alacağını söyledi. Böylece Bay-Ülgen, insan donuna bürünerek acuna indi.

* * *

   Başseyis Kalçabay, her zamanki gibi atların başında, diğer seyisleri denetliyordu. Gün yeni ağarmaya başlamıştı ve etraf henüz karanlıktı. Kalçabay tüm seyislere günlük emirlerini verip çadırına çekildi. Biraz kımız içip ekmek yiyerek karnını doyuracak, sonra da işlerine bakacaktı. Derken, çadırının tahta kapısına vuruldu. Kalçabay hiç istifini bozmadan: “Gir” dedi. İçeri, otuzlu yaşlarında, siyah uzun saçlı, esmer, yakışıklı bir adam girdi. Bu adamın boyu upuzun, omuzları geniş, göğsü kabarıktı. Kara bıyıkları ağzının içine kadar giriyor, çenesine doğru sarkıyordu. Gözleri de iki kara çakmak taşı gibiydi. Kalçabay adamı görünce biraz doğruldu, sordu:

   _ Selam er kişi. Kimsin?
   _ Selam Başseyis Kalçabay. Benim adım Gökçek. Senden iş istemeye geldim.

   Gökçek, kimi kimsesinin olmadığını, bozkırın bir ucundan ta buralara adil kağana hizmet etmek için geldiğini söyledi. Konuşması, duruşu, hali tavrı Kalçabay'a güven vermişti. Hem güçlü kuvvetli de bir yiğitti. Kalçabay'ın tam da ağır işler için aradığı adamdı. Kısa bir sorgudan sonra onu işe kabul etti: “Madem bu kadar çalışmak istersin, sana ne iş buyurursam yapacaksın. Şikayet etmeyeceksin. Benim çadırımda kalırsın. Hem bana da yardımcı olursun, yarenlik edersin” dedi. Gökçek, buna çok sevinerek teşekkür etti. Artık Başseyis Kalçabay'ın yardımcısı olmuştu.

   Kalçabay, o günden sonra Gökçek'i hiç yanından ayırmadı. Ona, atlarla ilgili bildiği her şeyi öğretti. At tımarlamayı, koşum takımlarının bakımını, nal çakmayı öğretti. Bu yiğit adeta atlarla konuşuyor, onların dilinden anlıyordu. Atları kaşağıyla tararken hiç yabancılık çekmemişti. Ata binmeyi zaten biliyordu. Nal çakmasını ve toynaklara bakım yapmayı ise hiç zorlanmadan öğrenmişti. Bu Gökçek, sanki atlar için yaratılmış bir altın seyisti. Bu durum, başseyisi keyiflendiriyordu. Hatta ona, kendisini kağanla tanıştıracağını; onu kağanın seyislerinden yapacağını söylemişti. Gökçek ise bunun karşısında büyük bir tepki vermemiş, yalnızca peki diyerek kabul etmişti. Gerçekten de ilginç bir erdi. Atlardan başka şey gözünde yoktu.

   Yalnız, Kalçabay'ın dikkatini epeydir bir şey çekiyordu: Gökçek, atların içinde özellikle bir kısrağa daha çok önem veriyordu. Bu beyaz kısrak, kağanın gözdelerindendi. Saf kan, müthiş bir attı. Adı da Alkım'dı. Gökçek, bu kısrağın tımarıyla daha bir özenle ilgileniyordu. Hatta diğer seyisleri yanına bırakmıyor; onun her işini kendi görüyordu. Ne de olsa bu er, atlardan anlıyordu. Tabi ki kağanın gözdesi olan bu güzel kısrağı, diğerlerinden daha çok sevmesi normaldi. Kalçabay ise bu durumun üstüne fazla düşmedi. Sonradan tamamen unuttu gitti.

* * *

   Gökçek'in, Kalçabay'ın yanında işe girdiği günün üstünden neredeyse bir yıl geçmişti. Gökçek, artık bir seyisti. Başseyis Kalçabay'dan sonra ikinci konumdaydı. Diğer seyislere emirler veriyor, etrafta düzeni o sağlıyordu. Kalçabay'ın omzundaki yükü epey hafifletmişti. Bunlar olurken bir gün, kağanın buraya uğrayacağı ve Kalçabay'ı ziyaret edeceği haberi geldi. Tabi Kalçabay çok heyecanlanmıştı. Çok sevdiği ve saydığı kağanına, yeni doğan sağlıklı tayları gösterecekti. Ayrıca, kağanın gözdesi Alkım'a gözü gibi bakan yeni seyisi de takdim edecekti.

   Haberin ertesi günü gerçekten de kağan geldi. Yanında tiginleri, tarkanları, beyleri de vardı. Hepsi güçlü atlara binmiş, zırhlarını kuşanmışlardı. Kalçabay, kağanını sevinçle karşıladı. Kağan da başseyisi gördüğüne çok sevinmişti. Çevredeki beylere aldırmadan kucaklaştılar. Kağan, teklifsizce sordu:

   _ E, Kalçabay, ne zamandır görüşmüyoruz seninle?
   _ Kağanım, kuzeye yaptığınız son seferden beri görüşmedik. Yani tam bir yıl olmuş bugün.
   _ Tabi ya, geçen bahardan beri görüşmedik. Çok özledim seni... Seni de sohbetini de...
   _ Sağolun kağanım... Buyrun, otağınızı siz gelmeden kurdurdum. Geçin de rahatınıza bakın...

   Kağan, gülümseyerek otağına girdi. Ardından da tarkanları ve beyleri girdiler. Hep beraber kımız içip kızarmış kuzu etinden tattılar. Herkes neşeliydi. Özellikle de Aktulga Kağan... Onlar eğlenmelerine bakarken otağa Gökçek girdi. Kağan'ın önünde diz vurdu, saygıyla selam verdi. Başseyis Kalçabay hızla kalkarak kağana bu yeni seyisi tanıttı. Ondan, ahlakından, becerikliliğinden ve çalışkanlığından bahsetti. Kağan, duyduklarından çok memnun oldu ve Kalçabay ile yeni seyise sol yanında yer gösterdi. İkisi de saygıyla gösterilen yere oturdular.

   Kağan iyice neşelenmişti. İçtiği kımızların da etkisiyle gülüyor, eğleniyordu. Bir ara Gökçek, Kalçabay'ın kulağına bir şeyler fısıldadı. Bunu kimse fark etmemişti ama Kalçabay biraz bozulur gibi olmuştu. Ekşi bir yüzle, fısıldayarak Gökçek'e cevap verdi. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Herkes içiyor, şakalaşıyor, eğleniyordu. Önce, yerinde kımıldandı. Boğazını temizledi. Konuşmakta tereddüt ediyordu. Gökçek'e baktı. O ise istifini bozmamış, öylece kendisini izliyordu. Eğilerek Gökçek'e bir şeyler daha söyledi. Sonra da hemen sağında oturan kağana dönerek:

   _ Yüce kağanım, sizden bir dileğimiz vardır. Dinleme iyiliğinde bulunur musunuz?

   Kağan, bu çok sevdiği seyisinin iki büklüm olmuş halini görünce şaşırdı. Omzuna elini koyarak, dostça bir sesle:

   _ Benim pek değerli seyisim, dostum... Her ne istersen söyle, asla çekinme...
   _ Ulu kağanım, aslında benim değil; yardımcım Gökçek'in bir dileği vardır.
   _ Öyleyse söylesin, o da çekinmesin.

   Şimdi herkes Seyis Gökçek'e dönmüştü. O ise gayet sakindi. Kağana yüzünü döndü, saygıyla konuşmaya başladı:

   _ Ulu, adaletli kağanım. Sizin adaletinizi, cömertliğinizi, yardım severliğinizi bilmeyen yoktur. Sizin yüce cömertliğinize sığınarak bir dileğim vardır. Bu dilek şudur: Sizden, gözdeniz olan kısrağınız Alkım'ı istiyorum. Onu bana bağışlarsanız, beni çok mutlu edersiniz.

   Bunu duyan herkes nefesini tutmuş, kağanın yüzüne bakıyordu. Kağanın ise keyfi kaçmış gibiydi. Ne de olsa bu kısrağı öz evladı gibi sever; onu akınlarda kullanmaz, üzerine binmeye dahi kıyamazdı. Bu güzel ak kısrağı vermeyi hiç mi hiç istemiyordu. Bu nedenle Gökçek'in isteğini reddetmeyi düşündü ama bu hareket onun adil ve cömert namına yakışmayacaktı. Yerinden biraz doğruldu ve keyifsiz bir ses tonuyla yanıt verdi:

   _ Seyis Gökçek... Demek benim ak gönlü, altın yeleli güzel kısrağımı istersin. Peki bunu hak etmek için ne yaparsın? Bana ne gibi bir hüner sunarsın?
   _ Ulu kağanım, siz ne derseniz yerine getiririm. Ne hüner dilerseniz gösteririm.
   _ Demek öyle... Kağan, elini çenesine koyup biraz düşündü. Sonra sakin bir ses tonuyla:
   _ Öyleyse bize Cirit oyunundaki marifetini göster bakalım. Bizim ilimizde, ciritte başarı gösteremeyen kişiye er demezler. At da vermezler, kız da...

   Gökçek, kağanın bu teklifini derhal kabul etti. Otağda bulunan beyler, tarkanlar, tiginler hep heyecanlanmıştı. Kağan, Başseyis Kalçabay'a takımları ve oyuncuları seçmesi için emir verdi. Hakem de o olacaktı. Kalçabay hızla yerinden kalktı. Kağanının emirlerini yerine getirmek için rüzgar hızıyla işe koyuldu.

   Kısa süre içinde herkes otağın önündeki geniş alanda toplanmıştı. Kalçabay, beşer kişiden oluşan iki takım seçmişti. İlk takımda Gökçek'le birlikte Alp-Erşek Tigin, Demir-Pura Tigin, Toktamış Alp ve Köktaluy Alp vardı. Bu takıma “Ak Bölük” adını verdiler. İkinci takımda ise Karabura Tarkan, Kotaz Tarkan, Altandız Alp, Er-Saltuk Bey ve Akbuka Bey vardı. Bu takıma da “Kızıl Bölük” adını uygun gördüler.

   İki takım da Kalçabay'ın komutuyla yerini almıştı. Kağan da dahil izleyen herkes heyecanlanmıştı. Çünkü Aktulga Kağan'ın iki tiginini ilk defa at üstünde göreceklerdi. Alp-Erşek Tigin ve Demir-Pura Tigin daha on beş ve on altı yaşlarındaydı. Fakat her ikisinde de heyecan belirtisi yoktu. Atlarının sırtında dimdik, heybetle duruyorlardı.

   Kalçabay, başlama komutunu verdi. İlk sırada Ak Bölük'ten Alp-Erşek Tigin ve karşısında Kızıl Bölük'ten Karabura Tarkan vardı. İkisi de aynı anda yerlerinden fırladılar; birbirlerine doğru doludizgin at sürmeye başladılar. Elindeki ciriti ilk savuran Tigin olmuştu. Cirit, rüzgar hızıyla Karabura Tarkan'ın omzunun üzerinden geçmişti. Şimdi sıra Karabura Tarkan'daydı ve ciritini hiç beklemeden savurmuştu. Onun ciriti ise hedefi vurarak attan düşürmüştü. Tigin, düştüğü yerden hemen doğrularak kalktı. Bir şeyi yoktu, sapasağlamdı. Sadece birkaç çizik almıştı o kadar. Böylece ilk vuruşmayı Kızıl Bölük kazanmıştı. Karabura Tarkan ise hızla yerine geçti. Şimdi sıra ikinci ciritçilerdeydi.

   Oyun devam ettikçe bir o bölük, bir bu bölük kazanıyordu. Durum, dördüncü atlıların hamleleriyle beraber eşitlenmişti. İki vuruşu Ak Bölük, iki vuruşu Kızıl Bölük kazanmıştı. Sonuç, son iki atlının vuruşmasına kalıyordu. Bunlar, Gökçek ile Akbuka Bey'di.

   Kağan iyice keyiflenmiş, yerinde duramaz olmuştu. İki oğlu da attan düşmüş, küçük yaralar almıştı. Ama o bunu dert etmiyor; şimdi yalnız oyunu takip ediyordu. Onunla birlikte alanın çevresinde toplanan bütün beyler de heyecanla son vuruşu bekliyorlardı.

   Sonunda Kalçabay komutunu verdi. İki atlı da rüzgar gibi yerinden fırladı. Atları sanki kanatlanmışçasına birbirine doğru geliyordu. Gökçek, ciritini elinde evirdi çevirdi. Nişanını aldı ve nefesini tutarak ciriti savurdu. Cirit, tam da Akbuka Bey'in göğsüne isabet etti. Akbuka Bey, atından savrularak toprağa çakıldı. Önce sersemleyerek hareket edemedi ama biraz sonra kendine geldi. Giydiği zırh derin bir yara almasını engellemişti. Sadece biraz berelenmişti o kadar... Gökçek, atından hızla inerek yerdeki rakibinin yanına koştu; ona omuz vererek kalkmasına yardım etti. Akbuka Bey de gülümseyerek yiğidin elini tuttu, sıktı:

   _ Yamanmışsın be yiğit, yaman... Bunu duyan herkes, bağırarak tezahürat etmeye, alkışlamaya başlamıştı:

   _ Yaman yiğitsin Gökçek!.. Yaman ersin Gökçek!..

   Gökçek'in başarılı hamlesi sayesinde oyunu Ak Bölük kazanmıştı. Alana girenler, Gökçek'i omuzlarına alarak kağanın yanına kadar taşıdılar. Gökçek, kağanın yanına gelince saygıyla eğilip diz vurdu. Diğer ciritçiler de kağanın yanına gelip diz vurdular, selam verdiler. Kağan ise Gökçek'e yaklaşarak hayranlıkla konuşmaya başladı:

   _ Gökçek, ne yaman, ne zorlu ermişsin sen... Atın sırtına ne de güzel yakışıyorsun. Sanki Yüce Tanrı seni at ile birlikte yaratmış... Kutlarım seni oğlum. Al benim ak kısrağımı, senindir artık. Ona ancak sen layık olabilirsin, anladım...

   Böylece Aktulga Kağan, güzel Alkım'ı Gökçek'e verdi. Gökçek de saygı ve minnetle kağanı selamladı. Sonra yavaşça ayağa kalktı. Şimdi yüzü değişmiş, ciddileşmişti. Doğrudan kağanın gözlerine bakarak konuşmaya başlamıştı:

   _ Ey yüce kağan, ey adaletli kağan!.. Alkım'ı vererek beni çok mutlu ettin. Artık anladım ki sen gerçekten adaletli, hak sever, cömert bir kağanmışsın. Bu doğruluğuna, erliğine karşı ben de altta kalmak istemem. Bu yüzden sana sırrımı açıklayacağım.

   Bunları söyledikten sonra ustası Kalçabay'a döndü. Onun da gözlerinin içine bakarak konuşmaya başladı:

   _ Sevgili ustam Kalçabay. Bana iş verdin, yardım ettin. Bana güvendin. Kağanının önünde beni kırmadın. Yüzünü ağartıp dileğimi geri çevirmedin. Bana ağabey gibi davrandın, sağolasın, varolasın... Bu sırrımı bilmeye senin de hakkın var. Şimdi sen de duy... Hatta burada bulunan herkes duysun...

   Bunları söyledikten sonra sustu. Kağan ve Kalçabay başta olmak üzere, alanda toplanan herkes bu sırrı merak etmişti. Şimdi hepsi Gökçek'e bakıyor, ağzından çıkacak sözleri duymayı bekliyordu. Gökçek en sonunda konuşmaya başladı:

   _ Ey yüce kağan, ey ustam Kalçabay, ey toplanan insanlar!.. Bilin ki ben sizler gibi kişioğlundan biri değilim. Ben, Ulu Gök-Tanrı'nın Baş Toyun'u Ülgen'im... Gökten aranıza indim. Kişioğlu donuna büründüm, içinize karıştım. Niyetim, güzel Alkım'a sahip olmaktı. Bunu da Yüce Tanrı'nın arzusuyla bu şekilde gerçekleştirdim.

   Bu sözleri duyanlar kulaklarına inanamıyordu. Herkesin ağzı bir karış açık kalmıştı. Alandakiler, Gökçek'in deli olduğunu düşünmeye bile başlamışlardı. Belki de onlara şaka ediyordu. Ama kağanın önünde, kimse böyle bir şeye cüret edemezdi. Kimseden ses çıkmayınca söze kağan başladı:

   _ Gökçek... Bizimle alay mı edersin? Yoksa aklını mı yitirdin?
   _ Hayır yüce kağan... Dediklerim doğrudur. Şimdi size kanıtlayacağım.

   Bunları söyleyen Gökçek, kollarını göğe kaldırdı. Birkaç saniye öylece durdu ve sonra sağır edici bir sesle haykırdı:

   _ Ey bulutlar!.. Yollayın kutsal şimşeklerinizi yeryüzüne... Yollayın kutsal yıldırımlarınızı ak Alkım'ın üstüne... Ona göksel güçleri bahşedin, size emrediyorum!..

   Gökçek böyle haykırınca, mavi gökte kara bulutlar toplanmaya başladı. Ortalık bir anda karardı. Sonra birden şimşekler çaktı, gökyüzü karıştı. Kağan da dahil herkes ürkmüştü ama kimse olduğu yerden kımıldayamadı. Kara bulutlar göğü sarmıştı. Aniden kalın ve parlak bir yıldırım, az ötede bulunan Alkım'ın tepesine düştü. Yıldırımla beraber ortalık kör edici bir ışıkla kaplandı. Herkes telaşla gözlerini kapadı; kimi de korkuyla yere çömeldi... Bu müthiş manzara birkaç saniye kadar sürdü. Kimse gözünü açmaya cesaret edemiyordu. Gökçek, daha doğrusu Bay-Ülgen, artık buyurgan bir sesle konuşmaya başlamıştı:

   _ Açın gözlerinizi, korkmayın...

   Alanda bulunan herkes teker teker gözünü açmaya başladı. Yıldırımın düştüğü yere baktı. Görenler, hayret içinde gözlerine inanamıyordu. Kimisi gözünü açıp kapıyor, kimisi yanındakine soruyordu. Şimdi tam karşılarında, yıldırımın düştüğü yerde; bembeyaz kanatlarıyla Alkım duruyordu. Yıldırım ona zarar vermemiş; hatta ona bir çift güzel kanat bahşetmişti. Dev kanatlarını sallıyor, daha önce hiç duyulmamış şekilde kişniyordu. Gözleri sapsarı, burun delikleri de kocaman olmuştu. Adeta korkunç bir hal almıştı. Yine de bu haliyle büyüleyiciydi.

   Gerçeği açıklayan Bay-Ülgen, buyurgan sesiyle yine konuşmaya başladı:

   _ Kişioğulları, ben Alkım'ı da alıp gökteki tahtıma çekiliyorum. Hepinizin bahtı açık olsun.

   Bunları söyledikten sonra Alkım'a yaklaştı, başını okşadı. Hiç zorlanmadan bu vahşi görünüşlü kısrağın sırtına bindi. Kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra gür sesiyle haykırdı: “Haydi Alkım! Göğe yüksel!.. Senin yurdun bundan böyle bulutlardır!..” Alkım bunu duyunca şaha kalktı. Burun deliklerinden dumanlar çıkarmaya başladı. Kanatlarına alışıyormuş gibi onları bir iki kez çırptı. Sonra tereddüt etmeden kanatlarını vurdu, vurdu... İşte, şimdi havalanmıştı. Gökyüzünde, ak güvercinler gibi süzülüyordu. O kadar büyüleyici bir manzaraydı ki alanda toplananlar taş kesilmişlerdi. Kimse yerinden kımıldamıyor, çıt bile çıkaramıyordu. Alkım ve sırtındaki Bay-Ülgen bulutlar arasında kaybolana dek onları izlediler.

* * *

   Bu olağanüstü olay dilden dile yayılmış, kısa sürede bozkırı sarmıştı. Herkes Alkım'ın kanatlanışını ve Ülgen'in yeryüzüne inişini birbirine anlatıyordu. Lakin yüzyıllar içinde bu olayın aslı unutuldu ve efsane olarak halkın dilinde yaşamaya başladı. İnsanlar bu kanatlı, efsanevi ata “Tulpar” adını verdiler. Onu pek çok destana ve masala konu ettiler. Böylece asırlar boyunca Tulpar'ın meydana çıkışı dilden dile anlatılıp durdu.






*   Toyun: Göksel ruhların adlarının sonuna getirilen unvan, Sagan, Ulan: Ülgen Toyun, Umay Toyun, Ayzıt Toyun gibi...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder