- öykü -
Zamanın bilinmeyen çağlarında,
bilinmeyen bozkırların ötesinde bir kağan yaşardı. Bu kağanın
adı Aktulga Kağan'dı. Gençti, yiğitti, güçlüydü... Boyuna ve
dost boylara daima adaletle yaklaşırdı. Boyunun içinde tek bir
fakir kalmamıştı. Halkına adaletle hükmetmiş; onlardan yardım
elini esirgememişti. Bu yiğit kağan, düşmanlarına ise korku
salmıştı. Kılıcının önünde kimse duramazdı. Tam beş
evdeşi, on yedi çocuğu vardı. Soyu gündengüne artmış,
çoğalmıştı. Artık ölse bile ardında bırakacağı eserleri
vardı. Bu yüzden de hem mutlu hem gururluydu.
Bu kağan, görenleri hayran bırakan
atlara sahipti. Bu atların namı, engin bozkırın ötelerine kadar
uzanmıştı. O kadar çok sayıda aygıra ve kısrağa sahipti ki
sayısını o bile hatırlamıyordu. Tüm bu atlara ancak kırk seyis
bakabiliyordu. Tüm seyislerin başında da Kalçabay adlı bir baş
seyis vardı. Kalçabay, kağanın en sevdiği adamlarındandı. Onu
daima kollar; adını sık sık anardı. Seyis Kalçabay da neredeyse
yaşıt olduğu kağanına saygıda kusur etmez, tüm atlarına
çocuğu gibi bakardı.
* * *
Günlerden bir gün, göğün on
altıncı katından dünyayı seyreden Ulu Bay-Ülgen'in gözüne bu
şöhretli atlardan biri takıldı. Gökyüzünde, oturduğu altın
tahtından şöyle bir doğruldu. Bu bembeyaz, sağlam yapılı,
sağlam bacaklı, altın yeleli müthiş bir kısraktı. Bay-Ülgen,
gözlerini bu güzel kısraktan alamıyordu. Adeta büyülenmişti.
Bir an, insan kılığına bürünüp yeryüzüne inmeyi ve bu
kısrağı almayı düşündü. Sonra, düşüncesinin kendisi gibi
yüce bir toyuna yakışmadığına karar verdi. Hemen Gök-Tanrı'ya
yakarmaya başladı:
_ Yüce Gök-Tanrı! Göğü ve yeri
zahmetsizce yaratan Ulu Tanrı! Varlığı ve yokluğu yaşayan
başsız ve sonsuz Tanrı! Senden bir dileğim vardır. Beni duy,
bana cevap ver!..
Gök-Tanrı, Bay-Ülgen'in
yakarışını duyunca, azametli ve yüceler yücesi sesiyle adeta
gürledi:
_ Ülgen! Göğün gökçe oğlu!
Toyunların başbuğu!.. Ne istersin?
_ Yüce Gök-Tanrı'm... Senden bir
dileğim var. Yeryüzünde, yarattığın sonsuz, sınırsız
güzellikteki varlıklara hayran kalmamak mümkün değil!.. Bu
yüzden, yarattığın bir varlığa ben bile hayran kaldım. Ondan
gözümü alamadım. Bu bir kısraktır. Bu güzel kısrağın benim
olmasını dilerim. İznin var ise, bu ak kısrağı ulular katına
çıkarayım, kendi bineğim yapayım...
Gök-Tanrı, göksel ruhların
başbuğu Bay-Ülgen'in dileğini kabul etti. Yalnız bir şartı
vardı: Bay-Ülgen, insan kılığına bürünecek ve kısrağa sahip
olabilmek için insanlar gibi çalışacaktı. Bay-Ülgen bunu hemen
kabul etti. Gocunmayacağını, insanoğlu donuna bürünerek yere
ineceğini ve orada rızkını kazanarak kısrağı satın alacağını
söyledi. Böylece Bay-Ülgen, insan donuna bürünerek acuna indi.
* * *
Başseyis Kalçabay, her
zamanki gibi atların başında, diğer seyisleri denetliyordu. Gün
yeni ağarmaya başlamıştı ve etraf henüz karanlıktı. Kalçabay
tüm seyislere günlük emirlerini verip çadırına çekildi. Biraz
kımız içip ekmek yiyerek karnını doyuracak, sonra da işlerine
bakacaktı. Derken, çadırının tahta kapısına vuruldu. Kalçabay
hiç istifini bozmadan: “Gir” dedi. İçeri, otuzlu yaşlarında,
siyah uzun saçlı, esmer, yakışıklı bir adam girdi. Bu adamın
boyu upuzun, omuzları geniş, göğsü kabarıktı. Kara bıyıkları
ağzının içine kadar giriyor, çenesine doğru sarkıyordu.
Gözleri de iki kara çakmak taşı gibiydi. Kalçabay adamı görünce
biraz doğruldu, sordu:
_ Selam er kişi. Kimsin?
_ Selam Başseyis
Kalçabay. Benim adım Gökçek. Senden iş istemeye geldim.
Gökçek, kimi kimsesinin
olmadığını, bozkırın bir ucundan ta buralara adil kağana
hizmet etmek için geldiğini söyledi. Konuşması, duruşu, hali
tavrı Kalçabay'a güven vermişti. Hem güçlü kuvvetli de bir
yiğitti. Kalçabay'ın tam da ağır işler için aradığı adamdı.
Kısa bir sorgudan sonra onu işe kabul etti: “Madem bu kadar
çalışmak istersin, sana ne iş buyurursam yapacaksın. Şikayet
etmeyeceksin. Benim çadırımda kalırsın. Hem bana da yardımcı
olursun, yarenlik edersin” dedi. Gökçek, buna çok sevinerek
teşekkür etti. Artık Başseyis Kalçabay'ın yardımcısı
olmuştu.
Kalçabay, o günden
sonra Gökçek'i hiç yanından ayırmadı. Ona, atlarla ilgili
bildiği her şeyi öğretti. At tımarlamayı, koşum takımlarının
bakımını, nal çakmayı öğretti. Bu yiğit adeta atlarla
konuşuyor, onların dilinden anlıyordu. Atları kaşağıyla
tararken hiç yabancılık çekmemişti. Ata binmeyi zaten biliyordu.
Nal çakmasını ve toynaklara bakım yapmayı ise hiç zorlanmadan
öğrenmişti. Bu Gökçek, sanki atlar için yaratılmış bir altın
seyisti. Bu durum, başseyisi keyiflendiriyordu. Hatta ona, kendisini
kağanla tanıştıracağını; onu kağanın seyislerinden
yapacağını söylemişti. Gökçek ise bunun karşısında büyük
bir tepki vermemiş, yalnızca peki diyerek kabul etmişti. Gerçekten
de ilginç bir erdi. Atlardan başka şey gözünde yoktu.
Yalnız, Kalçabay'ın
dikkatini epeydir bir şey çekiyordu: Gökçek, atların içinde
özellikle bir kısrağa daha çok önem veriyordu. Bu beyaz kısrak,
kağanın gözdelerindendi. Saf kan, müthiş bir attı. Adı da
Alkım'dı. Gökçek, bu kısrağın tımarıyla daha bir özenle
ilgileniyordu. Hatta diğer seyisleri yanına bırakmıyor; onun her
işini kendi görüyordu. Ne de olsa bu er, atlardan anlıyordu. Tabi
ki kağanın gözdesi olan bu güzel kısrağı, diğerlerinden daha
çok sevmesi normaldi. Kalçabay ise bu durumun üstüne fazla
düşmedi. Sonradan tamamen unuttu gitti.
* * *
Gökçek'in, Kalçabay'ın
yanında işe girdiği günün üstünden neredeyse bir yıl
geçmişti. Gökçek, artık bir seyisti. Başseyis Kalçabay'dan
sonra ikinci konumdaydı. Diğer seyislere emirler veriyor, etrafta
düzeni o sağlıyordu. Kalçabay'ın omzundaki yükü epey
hafifletmişti. Bunlar olurken bir gün, kağanın buraya uğrayacağı
ve Kalçabay'ı ziyaret edeceği haberi geldi. Tabi Kalçabay çok
heyecanlanmıştı. Çok sevdiği ve saydığı kağanına, yeni
doğan sağlıklı tayları gösterecekti. Ayrıca, kağanın gözdesi
Alkım'a gözü gibi bakan yeni seyisi de takdim edecekti.
Haberin ertesi günü
gerçekten de kağan geldi. Yanında tiginleri, tarkanları, beyleri
de vardı. Hepsi güçlü atlara binmiş, zırhlarını
kuşanmışlardı. Kalçabay, kağanını sevinçle karşıladı.
Kağan da başseyisi gördüğüne çok sevinmişti. Çevredeki
beylere aldırmadan kucaklaştılar. Kağan, teklifsizce sordu:
_ E, Kalçabay, ne
zamandır görüşmüyoruz seninle?
_ Kağanım, kuzeye
yaptığınız son seferden beri görüşmedik. Yani tam bir yıl
olmuş bugün.
_ Tabi ya, geçen
bahardan beri görüşmedik. Çok özledim seni... Seni de sohbetini
de...
_ Sağolun kağanım...
Buyrun, otağınızı siz gelmeden kurdurdum. Geçin de rahatınıza
bakın...
Kağan, gülümseyerek
otağına girdi. Ardından da tarkanları ve beyleri girdiler. Hep
beraber kımız içip kızarmış kuzu etinden tattılar. Herkes
neşeliydi. Özellikle de Aktulga Kağan... Onlar eğlenmelerine
bakarken otağa Gökçek girdi. Kağan'ın önünde diz vurdu,
saygıyla selam verdi. Başseyis Kalçabay hızla kalkarak kağana bu
yeni seyisi tanıttı. Ondan, ahlakından, becerikliliğinden ve
çalışkanlığından bahsetti. Kağan, duyduklarından çok memnun
oldu ve Kalçabay ile yeni seyise sol yanında yer gösterdi. İkisi
de saygıyla gösterilen yere oturdular.
Kağan iyice
neşelenmişti. İçtiği kımızların da etkisiyle gülüyor,
eğleniyordu. Bir ara Gökçek, Kalçabay'ın kulağına bir şeyler
fısıldadı. Bunu kimse fark etmemişti ama Kalçabay biraz bozulur
gibi olmuştu. Ekşi bir yüzle, fısıldayarak Gökçek'e cevap
verdi. Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Herkes içiyor,
şakalaşıyor, eğleniyordu. Önce, yerinde kımıldandı. Boğazını
temizledi. Konuşmakta tereddüt ediyordu. Gökçek'e baktı. O ise
istifini bozmamış, öylece kendisini izliyordu. Eğilerek Gökçek'e
bir şeyler daha söyledi. Sonra da hemen sağında oturan kağana
dönerek:
_ Yüce kağanım, sizden
bir dileğimiz vardır. Dinleme iyiliğinde bulunur musunuz?
Kağan, bu çok sevdiği
seyisinin iki büklüm olmuş halini görünce şaşırdı. Omzuna
elini koyarak, dostça bir sesle:
_ Benim pek değerli
seyisim, dostum... Her ne istersen söyle, asla çekinme...
_ Ulu kağanım, aslında
benim değil; yardımcım Gökçek'in bir dileği vardır.
_ Öyleyse söylesin, o
da çekinmesin.
Şimdi herkes Seyis
Gökçek'e dönmüştü. O ise gayet sakindi. Kağana yüzünü
döndü, saygıyla konuşmaya başladı:
_ Ulu, adaletli kağanım.
Sizin adaletinizi, cömertliğinizi, yardım severliğinizi bilmeyen
yoktur. Sizin yüce cömertliğinize sığınarak bir dileğim
vardır. Bu dilek şudur: Sizden, gözdeniz olan kısrağınız
Alkım'ı istiyorum. Onu bana bağışlarsanız, beni çok mutlu
edersiniz.
Bunu duyan herkes
nefesini tutmuş, kağanın yüzüne bakıyordu. Kağanın ise keyfi
kaçmış gibiydi. Ne de olsa bu kısrağı öz evladı gibi sever;
onu akınlarda kullanmaz, üzerine binmeye dahi kıyamazdı. Bu güzel
ak kısrağı vermeyi hiç mi hiç istemiyordu. Bu nedenle Gökçek'in
isteğini reddetmeyi düşündü ama bu hareket onun adil ve cömert
namına yakışmayacaktı. Yerinden biraz doğruldu ve keyifsiz bir
ses tonuyla yanıt verdi:
_ Seyis Gökçek... Demek
benim ak gönlü, altın yeleli güzel kısrağımı istersin. Peki
bunu hak etmek için ne yaparsın? Bana ne gibi bir hüner sunarsın?
_ Ulu kağanım, siz ne
derseniz yerine getiririm. Ne hüner dilerseniz gösteririm.
_ Demek öyle... Kağan,
elini çenesine koyup biraz düşündü. Sonra sakin bir ses tonuyla:
_ Öyleyse bize Cirit
oyunundaki marifetini göster bakalım. Bizim ilimizde, ciritte
başarı gösteremeyen kişiye er demezler. At da vermezler, kız
da...
Gökçek, kağanın bu
teklifini derhal kabul etti. Otağda bulunan beyler, tarkanlar,
tiginler hep heyecanlanmıştı. Kağan, Başseyis Kalçabay'a
takımları ve oyuncuları seçmesi için emir verdi. Hakem de o
olacaktı. Kalçabay hızla yerinden kalktı. Kağanının emirlerini
yerine getirmek için rüzgar hızıyla işe koyuldu.
Kısa süre içinde
herkes otağın önündeki geniş alanda toplanmıştı. Kalçabay,
beşer kişiden oluşan iki takım seçmişti. İlk takımda
Gökçek'le birlikte Alp-Erşek Tigin, Demir-Pura Tigin, Toktamış
Alp ve Köktaluy Alp vardı. Bu takıma “Ak Bölük” adını
verdiler. İkinci takımda ise Karabura Tarkan, Kotaz Tarkan,
Altandız Alp, Er-Saltuk Bey ve Akbuka Bey vardı. Bu takıma da
“Kızıl Bölük” adını uygun gördüler.
İki takım da
Kalçabay'ın komutuyla yerini almıştı. Kağan da dahil izleyen
herkes heyecanlanmıştı. Çünkü Aktulga Kağan'ın iki tiginini
ilk defa at üstünde göreceklerdi. Alp-Erşek Tigin ve Demir-Pura
Tigin daha on beş ve on altı yaşlarındaydı. Fakat her ikisinde
de heyecan belirtisi yoktu. Atlarının sırtında dimdik, heybetle
duruyorlardı.
Kalçabay, başlama
komutunu verdi. İlk sırada Ak Bölük'ten Alp-Erşek Tigin ve
karşısında Kızıl Bölük'ten Karabura Tarkan vardı. İkisi de
aynı anda yerlerinden fırladılar; birbirlerine doğru doludizgin
at sürmeye başladılar. Elindeki ciriti ilk savuran Tigin olmuştu.
Cirit, rüzgar hızıyla Karabura Tarkan'ın omzunun üzerinden
geçmişti. Şimdi sıra Karabura Tarkan'daydı ve ciritini hiç
beklemeden savurmuştu. Onun ciriti ise hedefi vurarak attan
düşürmüştü. Tigin, düştüğü yerden hemen doğrularak
kalktı. Bir şeyi yoktu, sapasağlamdı. Sadece birkaç çizik
almıştı o kadar. Böylece ilk vuruşmayı Kızıl Bölük
kazanmıştı. Karabura Tarkan ise hızla yerine geçti. Şimdi sıra
ikinci ciritçilerdeydi.
Oyun devam ettikçe bir o
bölük, bir bu bölük kazanıyordu. Durum, dördüncü atlıların
hamleleriyle beraber eşitlenmişti. İki vuruşu Ak Bölük, iki
vuruşu Kızıl Bölük kazanmıştı. Sonuç, son iki atlının
vuruşmasına kalıyordu. Bunlar, Gökçek ile Akbuka Bey'di.
Kağan iyice keyiflenmiş,
yerinde duramaz olmuştu. İki oğlu da attan düşmüş, küçük
yaralar almıştı. Ama o bunu dert etmiyor; şimdi yalnız oyunu
takip ediyordu. Onunla birlikte alanın çevresinde toplanan bütün
beyler de heyecanla son vuruşu bekliyorlardı.
Sonunda Kalçabay
komutunu verdi. İki atlı da rüzgar gibi yerinden fırladı. Atları
sanki kanatlanmışçasına birbirine doğru geliyordu. Gökçek,
ciritini elinde evirdi çevirdi. Nişanını aldı ve nefesini
tutarak ciriti savurdu. Cirit, tam da Akbuka Bey'in göğsüne isabet
etti. Akbuka Bey, atından savrularak toprağa çakıldı. Önce
sersemleyerek hareket edemedi ama biraz sonra kendine geldi. Giydiği
zırh derin bir yara almasını engellemişti. Sadece biraz
berelenmişti o kadar... Gökçek, atından hızla inerek yerdeki
rakibinin yanına koştu; ona omuz vererek kalkmasına yardım etti.
Akbuka Bey de gülümseyerek yiğidin elini tuttu, sıktı:
_ Yamanmışsın be
yiğit, yaman... Bunu duyan herkes, bağırarak tezahürat etmeye,
alkışlamaya başlamıştı:
_ Yaman yiğitsin
Gökçek!.. Yaman ersin Gökçek!..
Gökçek'in başarılı
hamlesi sayesinde oyunu Ak Bölük kazanmıştı. Alana girenler,
Gökçek'i omuzlarına alarak kağanın yanına kadar taşıdılar.
Gökçek, kağanın yanına gelince saygıyla eğilip diz vurdu.
Diğer ciritçiler de kağanın yanına gelip diz vurdular, selam
verdiler. Kağan ise Gökçek'e yaklaşarak hayranlıkla konuşmaya
başladı:
_ Gökçek, ne yaman, ne
zorlu ermişsin sen... Atın sırtına ne de güzel yakışıyorsun.
Sanki Yüce Tanrı seni at ile birlikte yaratmış... Kutlarım seni
oğlum. Al benim ak kısrağımı, senindir artık. Ona ancak sen
layık olabilirsin, anladım...
Böylece Aktulga Kağan,
güzel Alkım'ı Gökçek'e verdi. Gökçek de saygı ve minnetle
kağanı selamladı. Sonra yavaşça ayağa kalktı. Şimdi yüzü
değişmiş, ciddileşmişti. Doğrudan kağanın gözlerine bakarak
konuşmaya başlamıştı:
_ Ey yüce kağan, ey
adaletli kağan!.. Alkım'ı vererek beni çok mutlu ettin. Artık
anladım ki sen gerçekten adaletli, hak sever, cömert bir
kağanmışsın. Bu doğruluğuna, erliğine karşı ben de altta
kalmak istemem. Bu yüzden sana sırrımı açıklayacağım.
Bunları söyledikten
sonra ustası Kalçabay'a döndü. Onun da gözlerinin içine bakarak
konuşmaya başladı:
_ Sevgili ustam Kalçabay.
Bana iş verdin, yardım ettin. Bana güvendin. Kağanının önünde
beni kırmadın. Yüzünü ağartıp dileğimi geri çevirmedin. Bana
ağabey gibi davrandın, sağolasın, varolasın... Bu sırrımı
bilmeye senin de hakkın var. Şimdi sen de duy... Hatta burada
bulunan herkes duysun...
Bunları söyledikten
sonra sustu. Kağan ve Kalçabay başta olmak üzere, alanda toplanan
herkes bu sırrı merak etmişti. Şimdi hepsi Gökçek'e bakıyor,
ağzından çıkacak sözleri duymayı bekliyordu. Gökçek en
sonunda konuşmaya başladı:
_ Ey yüce kağan, ey
ustam Kalçabay, ey toplanan insanlar!.. Bilin ki ben sizler gibi
kişioğlundan biri değilim. Ben, Ulu Gök-Tanrı'nın Baş Toyun'u
Ülgen'im... Gökten aranıza indim. Kişioğlu donuna büründüm,
içinize karıştım. Niyetim, güzel Alkım'a sahip olmaktı. Bunu
da Yüce Tanrı'nın arzusuyla bu şekilde gerçekleştirdim.
Bu sözleri duyanlar
kulaklarına inanamıyordu. Herkesin ağzı bir karış açık
kalmıştı. Alandakiler, Gökçek'in deli olduğunu düşünmeye
bile başlamışlardı. Belki de onlara şaka ediyordu. Ama kağanın
önünde, kimse böyle bir şeye cüret edemezdi. Kimseden ses
çıkmayınca söze kağan başladı:
_ Gökçek... Bizimle
alay mı edersin? Yoksa aklını mı yitirdin?
_ Hayır yüce kağan...
Dediklerim doğrudur. Şimdi size kanıtlayacağım.
Bunları söyleyen
Gökçek, kollarını göğe kaldırdı. Birkaç saniye öylece durdu
ve sonra sağır edici bir sesle haykırdı:
_ Ey bulutlar!.. Yollayın
kutsal şimşeklerinizi yeryüzüne... Yollayın kutsal
yıldırımlarınızı ak Alkım'ın üstüne... Ona göksel güçleri
bahşedin, size emrediyorum!..
Gökçek böyle
haykırınca, mavi gökte kara bulutlar toplanmaya başladı. Ortalık
bir anda karardı. Sonra birden şimşekler çaktı, gökyüzü
karıştı. Kağan da dahil herkes ürkmüştü ama kimse olduğu
yerden kımıldayamadı. Kara bulutlar göğü sarmıştı. Aniden
kalın ve parlak bir yıldırım, az ötede bulunan Alkım'ın
tepesine düştü. Yıldırımla beraber ortalık kör edici bir
ışıkla kaplandı. Herkes telaşla gözlerini kapadı; kimi de
korkuyla yere çömeldi... Bu müthiş manzara birkaç saniye kadar
sürdü. Kimse gözünü açmaya cesaret edemiyordu. Gökçek, daha
doğrusu Bay-Ülgen, artık buyurgan bir sesle konuşmaya başlamıştı:
_ Açın gözlerinizi,
korkmayın...
Alanda bulunan herkes
teker teker gözünü açmaya başladı. Yıldırımın düştüğü
yere baktı. Görenler, hayret içinde gözlerine inanamıyordu.
Kimisi gözünü açıp kapıyor, kimisi yanındakine soruyordu.
Şimdi tam karşılarında, yıldırımın düştüğü yerde;
bembeyaz kanatlarıyla Alkım duruyordu. Yıldırım ona zarar
vermemiş; hatta ona bir çift güzel kanat bahşetmişti. Dev
kanatlarını sallıyor, daha önce hiç duyulmamış şekilde
kişniyordu. Gözleri sapsarı, burun delikleri de kocaman olmuştu.
Adeta korkunç bir hal almıştı. Yine de bu haliyle büyüleyiciydi.
Gerçeği açıklayan
Bay-Ülgen, buyurgan sesiyle yine konuşmaya başladı:
_ Kişioğulları, ben
Alkım'ı da alıp gökteki tahtıma çekiliyorum. Hepinizin bahtı
açık olsun.
Bunları söyledikten
sonra Alkım'a yaklaştı, başını okşadı. Hiç zorlanmadan bu
vahşi görünüşlü kısrağın sırtına bindi. Kulağına bir
şeyler fısıldadıktan sonra gür sesiyle haykırdı: “Haydi
Alkım! Göğe yüksel!.. Senin yurdun bundan böyle bulutlardır!..”
Alkım bunu duyunca şaha kalktı. Burun deliklerinden dumanlar
çıkarmaya başladı. Kanatlarına alışıyormuş gibi onları bir
iki kez çırptı. Sonra tereddüt etmeden kanatlarını vurdu,
vurdu... İşte, şimdi havalanmıştı. Gökyüzünde, ak
güvercinler gibi süzülüyordu. O kadar büyüleyici bir manzaraydı
ki alanda toplananlar taş kesilmişlerdi. Kimse yerinden
kımıldamıyor, çıt bile çıkaramıyordu. Alkım ve sırtındaki
Bay-Ülgen bulutlar arasında kaybolana dek onları izlediler.
* * *
Bu olağanüstü olay
dilden dile yayılmış, kısa sürede bozkırı sarmıştı. Herkes
Alkım'ın kanatlanışını ve Ülgen'in yeryüzüne inişini
birbirine anlatıyordu. Lakin yüzyıllar içinde bu olayın aslı
unutuldu ve efsane olarak halkın dilinde yaşamaya başladı.
İnsanlar bu kanatlı, efsanevi ata “Tulpar” adını verdiler.
Onu pek çok destana ve masala konu ettiler. Böylece asırlar
boyunca Tulpar'ın meydana çıkışı dilden dile anlatılıp durdu.
* Toyun: Göksel ruhların
adlarının sonuna getirilen unvan, Sagan, Ulan: Ülgen Toyun, Umay
Toyun, Ayzıt Toyun gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder