VBB

22 Ocak 2014 Çarşamba

haiku



   Çok uzun bir şiir yazmak istiyorum. O kadar uzun bir şiir ki ne başı ne sonu belli olsun... Ne noktası ne virgülü belli olsun... Yalnız, yolunu şaşırmış kelimeler sokulsun dizelerime... Yalnız, düşmüş cümleler kaplasın yapraklarını defterimin...

   Çok uzun bir şiir yazmak istiyorum. Nasıl olsa kimse okumayacak... İçine en gizli sırlarımı gömmek istiyorum. Nasıl olsa kimse görmeyecek... En sonunda da bağıra çağıra okumak istiyorum orta yerde... Nasıl olsa kimse duymayacak... Gözler kör, kulaklar sağır, hisler kapalı... Bu yüzden, sırrımızı kimse öğrenemeyecek ey defterim ve kalemim!..

   Serbest bıraktım şiirlerimi; savrulsunlar yaprakçasına rüzgarda... Aklı olan geri dönmesin kelimelerimin; çünkü onların dilime ihtiyacı yok!.. Onlar, bulutlarda da yeşerirler; hayallerde de... Ama benim kelimelerime ihtiyacım var: Kabuslardan uyanırken bağırmak için... İhtiyacım var: Geceleri sayıklamak için... İhtiyacım var: Ağlayabilmek için...

   Tüm eski şiirlerimi savurdum rüzgara... Ve şimdi tek bir şiir yazmak istiyorum; upuzun: Ne başı ne sonu belli... Nasıl olsa kimse okumayacak...



15 Ocak 2014 Çarşamba

kafa...



   Her seçim zamanı aynı görüntüler: Yol kenarlarında, duvarlarda, direklerde afişler... Bilmem Z Partisi adayı, ebleh bir surat ifadesiyle sizden oy istiyor... Pişmiş kelle gibi sırıtan bu adama siz oy verir misiniz?

   “Demokrasi şenliği” diyor bazıları... Ne şenlik... Adeta bayram ki, her yerde bayraklar, flamalar, afişler, posterler... Hele bir de arabalardan, kamyonetlerden sesli anonslarla: “Genel başkanımız konuşuyor!..”lu çığırtmalar... Arkada da partinin seçim müziği... Tam şenlik!.. Televizyonda belgesellerini izlediğimiz yetmiyormuş gibi, hizmeti bir de sokağımıza kadar getiriyorlar!..

   Bu seçim çalışmaları ne işe yarar? Bunca masraf, daha sonra sokaklarda çevre kirliliği... Her taraf kağıt parçası, muşamba, renk renk afişler... Ses kirliliği de cabası... Zaten, kim adaylara oy veriyor ki... Biliyoruz ki, herkes partiye oy koyuyor; Ahmet'i Mehmet'i takan kim!.. Parti babamızın partisi değil mi? Biz atadan böyle gördük; üç kuşaktır Zort Partiliyiz!..

   Her seçim süreci aynı tantana. Ha genel ha yerel; hepsi aynı cümbüş... Bence siz, en az kafa ütüleyene oy verin. Bir de çevreyi en az kirletene... Ha, yok mu öylesi? Eee, boş oy atma hakkın da var vatandaş!.. Güçlüye, iktidara secde et diyen mi var!..  


12 Ocak 2014 Pazar

aydınlık...



**  Buradaki anekdot, Falih Rıfkı Atay'ın “Kurtuluş” adlı kitabından alındı...


   Trakya köylerinden birinde, iki dünya savaşı arasında geçen bir olayı; Edirne'de yüksek idare görevinde bulunan bir dostumdan pek yakınlarda duydum.

   Günün birinde köye, Hafız Ömer adında bir hoca gelir. Saçı sakalı, sözü sohbeti yerinde. Dini bütün, “mübarek” denen yüzlü, yatkın huylu bir efendi. Köyde ve çevresinde büyük saygı görür. Gezmeyi sever. Ara sıra merkeze gidip gelir. Öğütler verir. Her bakımdan halka kılavuzluk eder. Köyün, köylünün can yoldaşı... Merkezden bir dönüşünde:
   _ Bizimkilerden mektup aldım. Ben artık gidiyorum, der. Eşyasını toplamaya koyulur. Köylüler:
   _ Aman etme, bizden ayrılma. Ne istersen yapalım, derlerse de Hafız Ömer, özrünün çok önemli olduğunu söyleyerek ertesi günü erkenden yola düzülür. Kadın erkek, küçük büyük bütün köy uğurlamak için peşinde... Biraz gittikten sonra bir de bakarlar ki karşıdan başlarında çavuşları ile iki jandarma geliyor. Yaklaşınca:
   _ Hafız Ömer sen misin? Derler.
   _ Evet, cevabını alınca:
   _ Haydi seni götüreceğiz, önümüze düş, emrini verirler.
   Köylü adeta başkaldırır: “Mübarek adamdır o... Yalnız iyiliğini gördük onun. Ne istiyorsunuz, iyilikten başka bir şey bilmeyen hafız efendiden!..” diye araya girerler. Bunun üzerine çavuş:
   _ Gel buraya Hafız Ömer. Çabuk çöz de sünnetli olmadığını göster, demiş ve dediğini de dipçik zoruyla yaptırmış!..

   Hafız Ömer, bir Bulgar casusu idi...
   Bu köye şimdi ne zaman bir politikacı gidip de atıp tutsa, gülümseyerek:
   _ Biz, Hafız Ömer'i görenlerdeniz, derlermiş...


* * * * *

   Falih Rıfkı, bu trajikomik vakayı böyle anlatıyor... Atalarımız da: “Her gördüğün sakallıyı deden sanma” demiş. Ne güzel demiş diyen... Peki, biz bugün ne yapıyoruz? Dışı iyi olsun da içinden bize ne!.. Ruhunun kirini görmüyoruz ki... E, göz görmeyince gönül de katlanıyor, öyle değil mi!..

   İşte bütün hatalarımız da buradan kaynaklanıyor: “Aman suizan etmeyelim, hüsnüzan edelim” derken, hep sert kayaya çarpıyoruz!..



kaynak: Falih Rıfkı Atay – Kurtuluş / Bateş Yayınları, İstanbul-1981



6 Ocak 2014 Pazartesi

dostum...




   Uzun yıllar önce oturduğumuz o eski mahalleyi hatırladım geçende: Daracık sokaklarıyla, birbirine bitişik evleriyle, sokak başındaki çeşmesiyle çocukluk hatıralarımda yer etmişti. Komşularımız hep birbirini tanır ve severdi. Eski zamanlardan kalmış bir numuneydi bizim mahallemiz.

   Düşündükçe hatırlıyorum: Fatma Teyze ile kocası Niyazi Amca'yı, Bakkal Ahmet Amca'yı, Nesrin Abla'yı, arkadaşlarım Orhan'ı, Birol'u, Eşref'i... Top oynadığımız o geniş toprak arsayı, küçük ve bakımsız okulumuzu, evimizi; evimizin bahçesini, incir ağacımızı... Evet, bir de mahallemizin delisi vardı; Ramazan... Mahallemizin maskotu gibi bir şeydi o... Herkes tanırdı, severdi. Bu yaşımda bile onu her hatırlayışımda tebessüm ederim; biraz da hüzünlenirim. Neden mi? En iyisi size Ramazan'ın öyküsünü anlatayım ben:

   Ramazan, biraz aklı kıt biriydi. İnsanlar ona deli der geçerdi. Yaşı otuz var ya da yoktu. Ana babası ölünce, mahallenin başındaki ahşap konakta oturan teyzesi bakımını üstlenmişti. Yıllarca ihtiyar teyzesi ona sahip çıkmıştı. Bir gün kadın ölünce, başka şehirde yaşayan hayırsız oğluyla kızı gelmişti. Analarının konağını satmışlar, parayı alınca çekip gitmişlerdi. Teyze çocukları Ramazan'ı ne aramışlar ne sormuşlardı. Zavallıcık, evsiz barksız, bakımsız, kimsesiz sokak ortasında kalakalmıştı. O zaman mahallelinin abisi Niyazi Amca biçareye yardım etmek istemişti, ama nafile... Hangi eve götürseler bir gece kalmaz, kapıdan ya da pencereden kaçıverirdi. Yaşlı teyzesinin ölümünden sonra adeta hiçbir yere sığamaz olmuştu. Sokaklarda yatıyordu. Ne verileni üstüne giyiyor ne de evine buyur edeni kabul ediyordu... Yaz kış sokaklarda, saçak altlarında, parklarda, ağaç diplerinde yatardı. Ayağında yalnız eski lastik terlikleri vardı. Onları da kışın giyer; yazın yeleğinin cebine saklar, çıplak ayakla gezerdi. Muhtar Hasan Amca, Niyazi Amca, Bakkal Ahmet Amca ve mahalleli ona yiyecek içecek verirdi de ölmeden yaşar giderdi.

   İşte bu garip Ramazan'ı herkes tanırdı, bilirdi. Onu görenler yanından geçerken selam verir, halini hatırını sorardı. O ise kimseye cevap vermez, kimseyle konuşmazdı. Yalnız, arada bir sokak ortasında sebepsiz yere bağırır çağırır; orada burada duyduğu şarkıları haykıra haykıra söylerdi. Bir keresinde Barış Manço'nun “Arkadaşım Eşşek” şarkısını diline dolamış, bir hafta boyunca sokaklarda bağıra bağıra dolaşmıştı.

   Ramazan, mahallesini de kendince kollar, gözetirdi. Bir gün, arkadaşım Orhanların evine giren hırsızı da o yakalatmıştı: Hırsızı gören Ramazan, adamın arkasına geçip taş atmaya başlamış; hırsız ise gece vakti karanlıkta kimin olduğunu seçemeyince ürküp kaçmaya başlamış. Hırsızın ardından bağırıp çağıran Ramazan, tüm mahalleyi gecenin bir vakti ayağa dikmişti. Böylece hırsız, daha sokağın başına çıkamadan enselenmişti. O günden sonra mahallelinin Ramazan'a olan sevgisi daha da artmıştı. O artık, adeta bir halk kahramanı olmuştu.

   Deli Ramazan'ın en iyi dostu, mahallenin en varlıklı ailesi sayılan Karacanların köpeğiydi. Bu evcil süs köpeği, kabarık bembeyaz tüyleriyle, ufacık boyuyla, boncuk boncuk kara gözleriyle çok sevimli bir hayvandı. Adı Pamuk'tu. Bizim Ramazan ise dostuna Pişmaniye adını takmıştı. Köpekçiğin kabarık tüylerini görüntüsünü pişmaniyeye benzetmişti kendince. Hatta Bakkal Ahmet Amca'nın yesin diye verdiği bir parça pişmaniyeyi de; “dostuma benziyor!” deyip reddetmişti.

   Ramazan, köpeği ne zaman evin camında ya da balkonda görse, ona aşağıdan el sallar; hatta aklında kalan şarkıları söylerdi. Onunla dertleşir, kimseye söyleyemediği şeyleri onunla paylaşırdı. Köpekçik de anlıyormuş gibi o ne derse kulak kabartır, pür dikkat dinlerdi.

   Günlerden bir gün, mahallemizde sebebi bilinmeyen bir yangın çıkmıştı. Mahallenin, çoğu ahşaptan olan evleri alevler içinde kalmıştı. Ortalık mahşer yerine dönmüş, herkes kendi canının derdine düşmüştü. Alevden ve dumandan göz gözü görmüyordu. Çığlıklar, bağrışmalar, ağlamalar, inlemeler... Derken Karacanların evinin önünden bir çığlık yükselmişti. Evin küçük oğlu Selim bağırıyordu:
   _ “Anne!.. Pamuk içerde kaldı!..”
   Sevimli süs köpeği Pamuk, alevler içinde yanan evde mahsur kalmıştı. Ailenin babası Ferit Bey, karısını ve iki çocuğunu alevlerden zor kurtarmış, ama zavallı hayvanı evde unutmuştu. Duruma herkesin içi acıyordu, lakin cayır cayır yanan eve yaklaşmak mümkün değildi. Çocuklar bir yandan ağlıyor, bir yandan da çığlık çığlığa: “Pamuk!.. Pamuk!..” diye bağırıyordu. O anda, evin arka odalarından birinden Pamuk'un havlama sesi duyulmuştu. Zavallı köpek, korku içinde feryat ediyordu adeta...

   İşte o saniye, kalabalığı yararak Ramazan çıkmıştı ortaya. Gözleri, daha önce görülmemiş bir biçimde alev alevdi. Adeta deliliği gitmiş de akıllanmıştı. Ağzından yalnız:
   _ “Dostum... Pişmaniye...” sözleri çıkabilmişti.
   Bugün bile hatırlarım: Büyük bir kararlılıkla, sırtındaki yeleğini ve terliklerini çıkarıp bir kenara attı. Etraftakiler daha: “Dur!.. Etme...” diyemeden, ok gibi fırlamıştı. Cayır cayır yanan evin açık balkon kapısından içeri girdi. O anlarda bile evden, zavallı hayvanın acı havlamaları kulağımıza geliyordu. Aradan bir dakika geçti geçmedi... Pamuk, evin balkonundan fırlayarak önce bahçeye, oradan da sokağa attı kendini. Üstü başı is içindeydi. Ufacık kara gözleri, korkudan fincan gibi açılmıştı. Karacanların çocukları, korkmuş köpekçiği hemen kucakladılar, sakinleştirdiler. Lakin Ramazan ortada yoktu. Herkes, alev topuna dönmüş eve bir kere daha baktı. Kalabalıktan belli belirsiz bir “vahh!..” sesi çıkmıştı. Herkesin o anda yüreği cız etmişti. Pamuk dahi durumu sezmiş, alevlere doğru havlamaya başlamıştı.

   Bu büyük yangın, ertesi gün ancak söndürülebilmişti. Ramazan ise o yanan evden hiç çıkamamıştı. O ev de diğer ahşap evler gibi yanıp kül olmuştu. Mahalleli, zavallı Ramazan'ın yanmış cesedine ulaşmak, ona en azından son görevlerini yapmak istiyorlardı. Saatlerce aradılar taradılar. Cesedi bir türlü bulamadılar. Kimileri:
   _ “Arka pencerelerden birinden çıkıp kurtulmuştur” diyordu. Kimi ihtiyarlar da:
   _ “Belli ki mübarek biriymiş, kıymetini bilemedik... Bak, adam yanmadı, uçtu gitti...” diyerek kendilerince efsane üretiyorlardı. Gerçeği ise hiç öğrenemedik. Ramazan'a bir daha rastlayan da olmadı zaten. Belki öldü, belki bir yerlerde yaşıyordur...

   Bense onu ne zaman hatırlasam; bu meczup adamın dostu Pamuk -ya da kendi verdiği isimle- Pişmaniye için yaptığı fedakarlık aklıma gelir, hüzünlenirim...


5 Ocak 2014 Pazar

Gökçen



   Kahramanlar ölmez... Onlar daima gökyüzünden, bulutlar arasından savaşçıları korur. Yeryüzünün cesurlarına ışıktan şemsiyelerini gererken; korkaklara da yıldırımlarını çaktırırlar. Ve böylece Tanrı'nın gazabı, onların beddualarıyla iner toprağa...

   Kahramanların adı silinmez... Kutsal meleklerin başucu rehberlerinde onların isimleri yazılıdır. Her melek, birer kahramanın adını tespih eder. Her melek, birer kahramanı kutsar. Cennet onlarla doludur. Savaş meydanları onlarla doludur. Ata mezarları, şehitlikler onlarla doludur. Onları unutmak, onları incitmektir. Onları incitmek, Yüce Tanrı'yı incitmektir...

   Gök kanatlı demir kuşlar haykırır adımızı... Biz ki, binlerce yıl hudutsuz bozkırlarda bayrak dalgalandırdık. Biz ki, şimdi göklerde bayrak gibi dalgalanmaya hak kazandık. Avuçlarımızla bulutları kavramaya, yıldızları devşirmeye, denizleri köpük köpük kabartmaya hak kazandık. Şimdi, gök kanatlı demir kuşlar haykırır zamanımızı: Toprağa hükmettik; Tanrı adına göğü de alıyoruz!..

   Oğuz'un torunlarıyız biz gökteki... Şahin, Kartal, Doğan, Atmaca, Torumtay, Çakır... Pençemizden hangi kafir kurtulmuş ki... Ve Tanrı'nın dikbaşlı erleriyiz biz yerdeki... Dağlara boyun eğmemişiz... Yılanları deliklerinden çıkarır, vahşi yırtıcıları inlerinde boğarız!.. Yıldız'ın, Ay'ın, Gök'ün oğullarıyız biz... Bir gün bineriz gök kanatlı demir kuşlarımıza; Albız'ın tepesine bineriz!..

   Uçun şahinler, uçun kartallar, atmacalar... Onlarca asır yeryüzüne hükmettik; şimdi Tanrı adına göğü de zapt ediyoruz!..